21. yüzyılda “barış ve kardeşliği” tartışmak ilginç olduğu kadar düşündürücüdür. İnsanlığın yirmi birinci yüzyılda pozitif bilimlerde ve teknolojide yaptığı gelişmelere rağmen “barış ve kardeşliğin” tartışılması gerçekten trajik bir durumdur.
Barış kelime anlamı olarak düşmanlığın olmaması, uyum, birlik, sükûnet, sessizlik ve huzur içinde yaşamak olarak tanımlanabilir.
Barış kilit bir kavramdır. Yani, kişinin başta kendisinde, daha sonra evinde ve çevresinde ve genel bir ideal olarak da dünyada sağlanması gereken önemli bir kavramdır.
Barış, tümevarımcı bir yol ya da sonuçtur. Yani başta kişi kendiyle barışık olmalı, sonra çevresiyle, sonra ülkesiyle sonra diğer insanlarla sonra da dünya ile barışık yaşamalıdır. Tabi bu kolay yazılsa da pratikte zordur. İnançlar, menfaatler, ekonomik sistemler, modern anlamda dış politika, ülke gerekleri vs. birçok unsur barışın belirleyicisidir.
Peki barış ve kardeşlik nasıl sağlanır? Bunu tartışırken Müslümanları esas alarak mı tartışacağız, yoksa tüm insanları hedefleyerek mi? Dini tartışmaya dâhil edeceksek bu hangi din olacaktır? Milletleri dâhil edeceksek hangi milleti barış ve kardeşliğin temeline koymalıyız? Barış ve kardeşliğin sağlanmasına en iyi fonksiyonelliği gösteren ekonomik sistem hangisidir? Vb. bir çok hususun belirlenmesi gerekmektedir.
Tabi olduğumuz İslam dini ve kutsal kitabı Kur’an; evrensel geçerliliği ve taşıdığı değer yargıları açısından kıyamete kadar geçerli olduğundan, biz Müslümanların Kur’andan çıkaracağı ölçülerin, kendi milli sınırlarımız ve insanlarımızla sınırlı olmaksızın tüm insanlıkla, hatta tabiatta var olan bütün canlılarla barışık olmayı emrettiğini göz ardı etmememiz gerekir.
Müslümanların yani bizlerin ana ölçütünü belirleyen kutsal kitabın yanı sıra, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (S.A.V)’nın sünnet ölçütlerini de iyi anlayıp uygulamamamız gerekir. Kur’an ve sünnetin her ikisinde de tüm mahlûkatı kucaklayan bir barış ve kardeşlik olgusunun varlığı görülür.
Ancak, 21. Yüzyılda toplumdan ve hayattan dini dışlayarak barış ve kardeşliği gerçekleştirme projelerinin varlıkları, başka bir ifadeyle, dinden ve her tür manevî değerden bağımsız bir hümanizma üzerine bina edilmeye çalışılan “barış ve kardeşliğin” yetersizliği, dünyanın içinde bulunduğu mevcut durumla tescil edilmiş görünmektedir. Yani sözü geçer devletlerin inşa etmeye çalıştığı barış ve kardeşlik hümanizmadan geçmektedir. Felsefi açıdan da filozoflar; bilimsel ve teknolojik gelişmelerin insanlığı her zamankinden daha iyiye, doğruya barış ve kardeşliğe götüreceğini, fakirlik, açlık, kıtlıklarla birlikte insanların bütünleşeceğini ve bunun da savaşları engelleyerek barış ve kardeşliği tesis edeceği fikrini savunmaktadır. Bu hiçbir zaman böyle olmamış aksine kıtlıklar ve bölüşüm mücadeleleri her zaman savaşları körüklemiştir.
İslam dini, zaten özünde Batı’nın şimdiki fikri olan Hümanizmayı taa başından bu yana içinde barındırmaktadır. İslam dininin tavsiye ettiği insan sevgisinde menfaat yoktur. Ancak biz Müslümanlar, gerek yaşantımız gerekse entelektüel olma hedefinde hep bir Batılı aydın ya da iyi bir hümanist olmayı seçtik. Beraberinde menfaat kavramını bulunduran Batılı hümanizma çifte standartlarla doludur. Örneğin Batı’da bir tren istasyonunda Batılı bir insanın rahatsızlanması ile Doğulu bir insanın rahatsızlanmasının tepkisel sonucu aynı olmayabilir. Batı Hümanizmasının her iki insana vereceği tepki farklı olacaktır. Çünkü Hümanizmanın bilinç altında her zaman bir menfaat, bir dinsellik, Doğululuk-Batılılık, hiçbir şey olmasa bile Batılı olan veya olmayan (dış görünüş, sakallı-sakalsız, modern olan, modern olmayan vb.) fikirleri vardır. Ne acayiptir ki, Hümanizmanın geliştiği ve demokrasinin beşiği sayılan Amerika Birleşik Devletleri’nde de eskisi kadar olmasa da zenci ve beyaz kavgaları halen devam etmektedir. Buradan barış ve kardeşliğin sağlanmasındaki tüm insanlığı kucaklayan temel ölçülerin Kuran ve Sünnet’te yer aldığını yineliyoruz. Yunus Emre’nin de dediği gibi “Yaratılanı sevdik yaratandan ötürü”.
Peki, şu an Dünya’da barış ve kardeşlik açısından durum nasıl? Yirmi birinci yüzyılda dünyamız âdeta sosyal çalkantılar, etnik çatışmalar, soykırımlar ve savaşlarla sarsılmaktadır. Tüm bu çatışmalar bir yanda çağdaş insanda tam bir düş kırıklığı yaratırken, diğer yandan çatışmanın içerindeki insanlarda onarılmaz yaralara yol açmaktadır. Ayrıca, tüm bu huzursuzlukların neden olduğu toplu göç olayları, maddi ve sosyal sorunlar meydana getirmektedir. Savaştan, açlıktan, yoksulluktan kaçan insanlar, gittikleri yerlerde ya kabul edilmemekte veya ikinci sınıf insan muamelesine maruz kalmaktadır. Ya da vatanlarını kaybetmenin verdiği sıkıntıları yaşamaktadır. Tıpkı Suriye’de, tıpkı Irak’ta, Afganistan’da, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da Bosna’da olduğu gibi… (Burada şunu da ifade etmekte yarar var. Türkiye Suriyeli göçmenlere yaptığı insani yardımlarla bir insanlık dersi vermiş ve geçmişten gelen asil misafirperverlik duygusunu dünyanın gözü önüne sermiştir.)
Dünya’da yaşanan bu buhranlarda dikkat çeken en önemli husus sürekli bir Hıristiyan devletle bir Müslüman devletin savaşması şeklinde. İkinci dünya savaşından sonra Hıristiyan bir devletle Hıristiyan bir devletin savaştığına çok şahit olunmamıştır. Savaşlar genelde Hıristiyanlar ve Müslümanlar, ya da Müslümanlar ve Müslümanlar arasında tecelli etmektedir. Bir Müslüman olarak düşüncem, ne Hıristiyanla Hırıstiyan, ne Hıristiyanla Müslüman ne de Müslümanla Müslüman savaşmasın. Ancak günümüzde savaşların Müslümanlar üzerinden gerçekleştiği şüphe götürmeyen bir gerçek.
Barışı bütünleyen bir kavram var: o da savaş. Savaş olmazsa barış olur öyle ya. Barışın zıttı olan bir kavramdır savaş. Aslında günümüzün baş belası olan barış ve savaş kelimesinin birleşmesinden oluşan tehlikeli bir kavram vardır. O da “barış için savaş”.
Dünyada birden fazla millet varsa, her milletin jeopolitik konumu farklıysa, sahip olduğu yer altı zenginlikleri değişkense, ortaya iktisadi olarak paylaşım sorunu çıkmaktadır. Bu paylaşım sorunu ülkeler arasında çoğu kez barışın tesisinde savaş için kullanılmaktadır. Hatta bu kavramın yanını en iyi dolduracak bir kavram daha var. O da demokrasi. Barışı sağlamak ve demokrasiyi tesis etmek için binlerce kilometreden ülkeler savaş çıkarabilmektedir. Örneğin yakın zamanda yaşanan ve Amerika’nın Irak’ a açtığı savaş en masum haliyle bir barış ve demokrasi savaşıydı. Petrolün ne önemi vardı ki!
Burada işaret edilmesi gereken diğer önemli bir nokta da şudur: Dünyanın neresinde olursa olsun, kin, nefret, düşmanlık ve bunların tabii sonucu olan savaş ve soykırımlar varsa; bunların sömürgeci ve hükmedici Batı medeniyetinin, başka bir ifadeyle “beyaz adam”ın ektiği fitne ve fesat tohumlarının ya da Haçlı zihniyetinin bir sonucu olduğu görülecektir.
Ekonomik sistemler de barış ve kardeşliğin gerçekleşmesinde en önemli etkiye sahiptir. Şu an Dünya’da geçerli olan Kapitalist Ekonomik Sistem, oluşturduğu rekabet, amaçladığı kar, sağladığı kişisel fayda ve toplumsal refah hedefleri kapsamında amaca giden her yolu mübah kılmaktadır. Bütün bunlar ise maalesef Müslüman ve Hıristiyan ya da başka bir din mensubiyetine bakılmaksızın herkes için geçerlidir. Bu tür amaçların olduğu bir yerde; din mi barış mı kardeşlik mi, yoksa kar mı, menfaat mi sorusunun cevabını sizlere bırakıyorum.
Pekâlâ ülkemizde kardeşlik ve barış açısından durum nasıl?
Türk milleti bağımsızlığına düşkün, sömürge amacı gütmeyen merhametli bir millettir. Anadolu’da misafirperverlik ve insan sevgisi hiç eksik olmamıştır. Türkiye’nin milli sınırları içerisinde barış ve kardeşliğin önüne gölge düşüren olaylardan birisi terör meselesidir. Yıllarca cephede birlikte savaşan Türk halkının (doğusuyla-batılısıyla bir bütün halinde) terörle mücadele etmesi gerçekten acı bir durumdur. Çünkü bizler, İslam sancağını yıllarca onurlu bir şekilde taşıyan milletiz ve ülke olarak Müslümanız. Aynı havayı soluyan, aynı topraklarda yaşayan bizlere, barış ve kardeşlik içersinde yaşadığımız sürece bu ülke yetecektir. Vatanımızı bölmeye çalışanların en büyük taktiği bizi içten bölmek ve parçalayarak kolayca yok etmektir. Bizler birbirimize inanırsak ve sevgi, sadakat, barış ile hareket edersek, bunu asla başaramayacaklardır. Barış ve kardeşlik, herkese inat toplumsal mutabakatla sağlanmalıdır. Türk halkı tarih boyunca bunu sağlamaya çalışmıştır ve sağlayacaktır.
Bin yıldır İslâmî değerlerin oluşturduğu bir Türk kimliğinin, ırkî esaslara göre tanımlanmasının ülkenin geleceği için bir tehlike oluşturacağı hesaplanmalıdır. Anadolu’nun asırlardır birçok millet ve kavme beşiklik ettiği, hatta çeşitli millet ve ırkların bir mozaiğinden oluştuğu düşünülürse, ırkî esaslara dayanan politikaların bu mozaiği nasıl parçalayacağını anlamak güç değildir.
Terör demişken son yıllarda Batı’nın Müslümanları terörle ilişkilendirdiğine şahit olmaktayız.
Oysa ki; Birinci Dünya Savaşını Müslümanlar başlatmadı,
İkici Dünya savaşını Müslümanlar başlatmadı,
Hiroşima’ya atom bombasını Müslümanlar atmadı,
Avustralya’daki aborjinleri (yerlileri) Müslümanlar katletmedi,
Amerakida’ki kızıl derilileri Müslümanlar öldürmedi,
Afrikalalıları köleleştirip katletmedi,
Vietnam’da Müslümalar savaş çıkarmadı,
Bosna’da Birleşmiş Milletlerin önünde Müslümanları, Müslümanlar katletmedi,
Filistinlilerin üzerine Müslümanlar varil bombaları yağdırmadı,
Doğu Türkistan’daki katliamları Müslümanlar gerçekleştirmedi,
Irak’ta ve Suriye’de yaşanan savaşları da Müslümanlar çıkarmadı.
Afganistan’daki savaşı çıkaranlar da Müslüman değil, ancak kendi aralarında savaşanlar Müslüman.
Ne acı değil mi? Sömürülen de Müslüman. Petrolü, altını veya doğalgazı “barış ve demokrasi” adı altında elinden alınıp köleleştirilen de Müslüman. Dünya’daki petrol ve doğalgaz zenginliklerinin olduğu yerlerde sömürgeci devletler, diktatör krallıklar ve İslami makyajlı sanal terör örgütleri oluşturup, Avrupa’nın gözünde terörle ilişkilendirilen kesimde Müslüman.
Tolstoy der ki; Biz hem kurtların doymasını istiyoruz hem de kuzuların sağ kalmasını. Dünya barışının önündeki en büyük temel engel budur. Kurtlar doymak istediği sürece kuzular sağ kalmayacaktır.
Sonuç olarak, İslam ahlakının temeli olan takvayı esas alan İslâmî değerler sisteminin hedefi, sadece Müslüman birey ve toplumun barış ve saadeti değil, belki tüm insanlığın barış gibi kıymetli bir nimetten yararlanmasıdır. Dünyanın ve ülkemizin barış ve kardeşliğe, dostluk ve sevgiye çok muhtaç olduğu bir ortamda bize düşen en büyük görev: “Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız” ayetinin bize yüklediği sorumluluktan kaçınmamak ve gereğini yerini yerine getirmektir. Önce kendi benliğimizde, sonra tabii ve toplumsal çevremizde barışın, emniyetin ve kardeşliğin hâkim olmasını temin etmektir. Bu, kendisinden daha fazla kaçamayacağımız kutsal bir görev olarak karşımızda durmaktadır. Belki de gelişen teknoloji ve pozitif bilimlerin, ekonomik sistemlerin barış ve kardeşliğe sağlayamadığı katkıyı bu sağlayacaktır.
Sartre’ nin dediği gibi “Savaşı zenginler çıkarır, fakirler ölür.” Ne de güzel özetlemiş barış ve kardeşlik konusunu. Barıştan ve kardeşlikten ise din, dil, cinsiyet, fakir ve zengin ayrımı olmaksızın herkes istifade eder.
Ülkemizden ve dünyamızdan barışın eksik olmaması temennisiyle.
Fatih ŞAHBAZ
SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ