Düşünce ve Akıl

Kâinat deterministik bir düzene sahiptir. Madde bağlamıyla varlığın idrakinde bu düzene sahip olan sebep sonuç ilişkisi, insan nazarında düşüncenin varlığını zorunlu kılmaktadır. Varlığın maddesel buutuna vukufiyet, düşünsel ihtiyacı doğurmaktadır

O halde “düşünce” nasıl oluşur ve “akıl” ile ilişkisi nedir?

Biyolojik yaklaşımla düşüncenin, beyinsel bir faaliyet olduğu bilinir. Algılarla insan beynine gelen bilgi, şekil ve kavramlardan oluşan verilerin beyin faaliyetinden sonra yeni sonuçlara ulaşması etkinliğidir.

Düşünceyi “akıl” ile karıştırmamak gerekir. İnsan anatomisi “ruh”, “akıl” ve “nefis” olmak üzere üç ayrı soyut varlıkla mücehhezdir. Her üçü de kalpte mezcedilmiştir. İnsanın beyinsel etkinliği, anılan bu üç varlığın ortaklaşa oluşturdukları bir yan üründür

Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın insana kendi ruhundan üflediği bildirilir. Ruh, insan anatomisine canlılık veren ilahi bir güç ve manevi kişiliktir.

Akıl, kalpte bir nurdur. K.Kerim akleden kalplerden bahsetmektedir. O halde “akletme” beynin değil, kalbin bir fonksiyonudur. Muhayyile, hafıza ve sezgi beynin fonksiyonları olup kalbe göre akıl-altı’nı teşkil etmektedir. Bu bakımdan akletmenin mantıksal akıl yürütmeyle ilişkisi dolaylıdır.

Nefis ise, benliktir. Nefis, dış dünyaya ilişkin arzu ve isteklerin tesiri altındadır. Nefis, bu tesirden kurtulmadıkça olumsuz, kurtuldukça da olumlu anlamlar kazanmaya başlar.

Beynin muhayyile, hafıza ve sezgi ünitelerinin müşterek faaliyetiyle oluşan düşüncenin, nefsin hâkimiyetinden kurtulup ruhun hâkimiyetine girmesi, kalbin iç dünyayı aydınlatması anlamına gelmektedir. Aksi durumda kalbin kararması söz konusudur. Zihinsel etkinlikleri nefsin esaretinde olanların kalplerinde maraz vardır. Buna kalbin körleşmesi de diyebiliriz. İşte bu noktada “kalp gözü” ile “dünya gözü” arasındaki farkı dile getirebiliriz. Körleşen kalbin mühürlendiği ve hakikate ulaşmada “akletme” yeteneğini kaybettiği yine ilahi bir mesaj olarak bize verilmiştir. Kalple bağlantısını kesmiş zihinsel faaliyete (düşünceye) “tefekkür” denemez. Salt beyinsel düşünüş, mantığa uygun formlar ve modeller üreterek gerçeği bulmaya çalışır, fakat bulduğu hep kendi gerçeğidir. Bu yönüyle düşünce, rölatif bir karaktere sahiptir.

İnsan ile mananın buluşmasında zihinsel faaliyetin, kalple yani akıl ile buluşmasının fevkalade önem arz ettiği görülmektedir. Buna karşın determinist somut aleme ilişkin maddi gerçeğe ulaşmada, zihinsel faaliyetin akıl ile buluşmasına gerek yoktur. Zira bu alandaki düşünce, ürettiği bilimsel kuramların ispatı ile tekâmül eder ve böylece yaradılış kanunlarını keşfeder. Ancak keşfettiği yaradılış kanunlarından hareketle Yaratan’a ulaşmak isteyen düşüncenin, bir üst makamdaki akıla müracaat edip “akletmeyle” buluşmasına ihtiyacı vardır.

Bilimin, felsefenin, sosyolojinin, kültürün, hukukun, edebiyatın, sanatın vs. arka planında da bireysel ve kolektif düşüncenin yer aldığı kuşkusuzdur. Ancak her alandaki düşüncenin hakikat ile bağının kurulabilmesi, yine üst mertebedeki “akletme” melekesine raptedilmesiyle mümkündür.

Nitekim Hz. İbrahim (a.s) de, henüz kendisine vahiy gelmeden önce, yaşadığı âlemi temaşa ile beynine aldığı verilerden muhayyile, hafıza ve sezgi fonksiyonlarını işleterek yani düşünsel faaliyet göstererek Rabbini aramıştır. Fakat Rabbini, salt düşüncesiyle değil, akletmesiyle bulmuştur. Böylece hakikat ile bağını kurmuştur.

Bizim inancımız, bilgiye ve bilime teşvik ederken esbabıyla düşünceyi, esrarıyla da akletmeyi emretmiştir. Bazı ayetlerde “siz hiç akletmez misiniz?” şeklinde uyarılar vardır. Buradan düşüncenin esbaba, akletmenin ise hikmete mebni kılındığını anlamaktayız.

Din, salt düşünce sahibi olanları değil, akıl sahibi olanları muhatap almış ve akıl sahibi olanları sorumlu kılmıştır. Akıl sahibi olmak, mümeyyiz olmak yani temyiz kudretine sahip olmak demektir. Dinin tanımlarından bir tanesi de, insanın lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesi demektir. İnsanın salt düşünce sistemi ile lehine ve aleyhine olan bütün hususiyetleri bilmesi mümkün değildir. Bunun için akletme melekesine de sahip olması gerekmektedir. Zira akletme melekesi, insanı, hem madde hem de mana âleminin künhüne vukufiyeti sağlamaktadır.

İman, dil ile ikrar kalp ile tasdiktir. Buradaki kalpten maksat akıldır. Kalbin bir fonksiyonu olan “aklın” tasdiki olmadan iman olmamaktadır. İmanın geçerliliği, beynin bir fonksiyonu olan “düşünce” faaliyetinin onayına sunulmamıştır. İnsana müncer olan tüm hasletler (acı, sevinç, mutluluk, sevgi, aşk, nefret, kin, buğuz, samimiyet, ikiyüzlülük, riyakârlık vs) kalbî ve aklîdir. Bu hasletler beynin ve beyinsel faaliyetlerin yansımaları değil, kalbin yani nefis, ruh ve aklın yansımalarıdır. Buradan hareketle yine düşünce ile aklın aynı şeyler olmadığı sonucuna ulaşmaktayız.

Rasyonalist akımlara kapılanlardan kimilerinin kendi akıllarını putlaştırdıklarından veya ilahlaştırdıklarından bahsedilmektedir. Aslında burada ilahlaştırılan şey “akıl” değil, insanın salt “düşünce gücü”dür. Bu durumda olanlarda esasen “akıl” yoktur. Çünkü “akıl” cüz’idir ve “külli aklın” bir parçasıdır. Bu sebeple akıl kendini inkâr edemez. İlahlaştırılan düşünce ise, beyin ile kalp arasındaki bağı (ışığı) kesen bir perdedir sadece.

Ateist bilim adamlarının zihinsel fonksiyonlarının yani düşünce ürünlerinin çok yüksek olduğunu söyleyebiliriz ancak akıllı olduklarını söyleyemeyiz.

Akıl ile düşünce arasındaki ilişkiye bu noktayı nazarlardan bakmak icap eder.

 

SALİH AÇAN

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

 

 

 

 

Author: Yönetici