Bilgi Toplumu, ya da daha doğru ifadeyle Enformasyon Toplumu (Information Society) kavramı 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan bazı gelişmelerden sonra hayatımıza girmiş bir kavramdır. Aslına bakılırsa, Enformasyon terimi de çok eski sayılmaz. İnsanlık tarihi bilim ve bilgi sahasında sürekli gelişmeler gösterdikçe bu terim de hayatımıza girmiştir. Terim adından da anlaşılacağı gibi Avrupa menşeilidir. Bilginin bir alt tanımı olarak dilimize sonradan girmiştir ve gündelik hayatımızda giderek yaygın bir kullanım kazanmaya başlamıştır.
Sözlük manası olarak haber verme, haberdar kılma, bilgilendirme gibi anlamlara gelen geniş anlamıyla “formatlanmış ya da organize edilmiş veri denebilecek olan enformasyon; “ham bilgilerin elde edilmesi, bunların çeşitli işlemlerden geçirilerek rafine edilmesi ve sonuçta bilginin oluşturulmasında meydana gelen yarı işlenmiş bir üründür”. Bu tanımla enformasyon, bilginin ön safhasını oluşturur. Enformasyonun oluşmasında da veriler büyük rol oynarlar. Veri (data) ise “bilgiye varılmadaki ilk basamaktır. Fiziksel olarak bakıldığında bilginin parçalanamaz en ufak kısmıdır. Veriler hamdır ve çoğaldıkları vakit olgunlaşmaya hazır hale gelirler.”
Bugün dış çevremizde çoklukla gördüğümüz ve çevremizi sıkıca saran her türlü ileti aslında enformasyondur. Raporlar, rakamlar, hesap çizelgeleri, haberler v.s. yapıları itibariyle enformasyondur. Bilgi ağları, bilgisayarlar, basılı, yazılı ve sesli yayınlardan aktarılan tüm mesajlar da aslında enformasyondur. Enformasyon, insana üzerinde tasarruf ve onu geliştirme imkânı vermektedir.
Bilginin ne olduğu ve bilginin kaynağı meselesi insanoğlunun zihnini tarih boyunca meşgul etmiştir. Felsefenin en önemli dallarından biri olan Epistemoloji’nin konusu da budur. Dilimizde yukarıda bahsi geçen enformasyon ve veri gibi bilgiyle eş anlamlı olarak kullanılan ilim, malumat, marifet, haber ve dökümantasyon gibi daha birçok terim ve kavram mevcuttur. Anlaşılacağı üzere hemen hepsi farklı dillerden Türkçe’ye geçmiş bu kavramları çoğu zaman gerçek manalarıyla ve yerli yerinde kullanmamaktayız. Bu da aslında bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Kavramları oluşturan bilimsel, sosyal ve kültürel şartlar sizin dışınızda gelişmişse onları kavramak ve tam manasıyla hâkim olmak da pek mümkün olmuyor. Kavram kargaşasının arkasında yatan temel sorun da budur.
Tekrar Enformasyon Toplumu meselesine dönecek olursak; Sanayi Toplumu’ndan Enformasyon Toplumu’na geçiş, Tarım Toplumu’ndan Sanayi Toplumu’na geçişte yaşandığı gibi çok keskin ve köklü bir değişim değildir. Sanayi Toplumu’na geçiş, bilim, din, toplum ve kültür sahasındaki birçok değişimin sonucunda gerçekleşmiş; bu sebeple süreç bir devrim olarak kabul edilmiş ve Sanayi Devrimi olarak adlandırılmıştır. Enformasyon Toplumu’na geçiş ise, devrim kavramıyla açıklanamasa da Sanayi Toplumu’nun kazanımları üzerinden sağlanan bir evrim ve dönüşümden söz etmek mümkündür. Dünyada bu geçişi sembolize eden 2 temel gelişmeden birisi “uzay çalışmalarının başlangıcını oluşturan bir uydunun dünya yörüngesine oturtulması, Sputnik’in 1957’de SSCB tarafından uzaya fırlatılması”, diğeri ise “1956-57 yıllarında toplam istihdam oranlarında beyaz yakalı işçilerin sayısının mavi yakalı işçi sayısını ilk defa geçmiş olmasıdır. Bu tarihleri baz alırsak, tanımlama ne kadar doğru bilemem ama 50 yılı aşkın zamandır bir Bilgi (Enformasyon) Çağı’nda yaşadığımızdan söz edebiliriz.
Bugünün Enformasyon Toplumu’nun akıl almaz bir hızda dönüşümünü anlamaya çalışırken, transistörün keşfedilmesiyle birlikte radyo, televizyon ve telekomünikasyon araçlarının insan hayatına girmesi ile her taraftan akan bir enformasyon trafiğinin oluşumuna zemin hazırlanmasına vurgu yapmadan geçmek olmaz.
Sanayi (Endüstri) Devrimi’ni doğuran birçok gelişmeden bahsedilirken, buhar makinasının icadı hep bir kilometre taşı olarak görülse de matbaanın icadı Sanayi Toplumu ve bugünkü Enformasyon Toplumunun oluşmasına ön ayak olan gelişmelerin başında gelmektedir. Matbaanın yardımıyla kitap, dolayısıyla bilgi, daha kolay, hatasız, ucuz, taşınabilir ve bulundurulabilir bir hale gelmiştir. Bu sayede bilgi ve bilim, varlıklı seçkinlerin tekelinden çıkarak, geniş toplum katmanlarınca ulaşılabilir hale gelmiş; sonrasında kurumsal manada eğitim yaygınlaşarak temel bir ihtiyaca dönüşmüş bu da endüstrinin ihtiyacı olan kalifiye insan ihtiyacını karşılamada önemli rol oynamıştır.
Yaklaşık 250 yıl öncesinde, öncelikle İngiltere’de başlayıp sonrasında tüm Avrupa’ya yayılan ve devamında tüm dünyayı etkisi altına alan Sanayi Devrimi, kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan gelişmeler ve değişmeler sonrasında günümüz toplumlarını her açıdan dönüştürmüş; bilim adamları, yaşanan dönüşümden hareketle yeni bir toplumsal evreye geçmekte olduğumuz tespitinde bulunmuşlardır. Bu evreye henüz ortak bir tanım ya da isim verilemese de Enformasyon Toplumu en çok kabul görenlerden biridir. Bununla birlikte, yaşanan dönüşümün sosyo-ekonomik boyutundan hareketle Sanayi Ötesi Toplum (Post Industrial Society), Kapitalist Ötesi Toplum ve Post-Modern Toplum gibi tanımlamalar da yaygın şekilde kullanılmaktadır.
Yeni toplumun temel karakteristiğini; bilginin öne çıkışı, klasik ekonomi teorisinin emek, sermaye, doğal kaynaklar ve teşebbüs olarak sınıflandırmış olduğu üretim faktörlerine bilginin eklenmesi ve hatta diğerlerinden daha önemli hale gelmesi, Sanayi Toplumu’nun ana felsefesi olan rasyonalist, pozitivist ve materyalist anlayışın etkisini yitirmesi, yerel değerlerin ve kültürel farklılıkların öne çıkışı, merkeziyetçilikten uzaklaşarak bireylerin yönetime daha doğrudan katıldığı yerinden yönetim anlayışının ve doğrudan demokrasi düşüncesinin yaygınlaşması, yine bununla paralel olarak ulus devlet anlayışının zayıflaması oluşturur.
Sanayi toplumunda bilginin yaygınlaşmasını sağladığı için matbaaya özel bir vurgu yapmışsak, Enformasyon Toplumu’nda da bunun karşılığı olarak bilgisayarın, enformasyon ve bilişim teknolojisinin ve tabi ki internetin gündelik hayatımıza girmesinden bahsetmemiz gerekiyor. Çok değil 20 yıl önce sadece kütüphaneler aracılığıyla ulaşabildiğimiz birçok kaynağa bugün oturduğumuz yerden bir tuşla ulaşabilir hale geldik. Bilgiye ulaşmak artık zamana ve mekâna bağlı olmaktan çıktı. Dolaşımda olan bilgi miktarı aklımızın alamayacağı boyutlara ulaştı. Mobil teknolojilerin gelişmesiyle birlikte internet bugün ceplerimize kadar girmiş durumda. Dünyanın en ücra noktasındaki bir gelişmeden anında haberdar olmak mümkün hale geldi. Üstelik nerede yaşadığınız da önemli değil. Bu imkânlardan sadece şehirlerde yaşayan kentli nüfus değil, köylerde yaşayanlar bile rahatlıkla faydalanabiliyor. Çünkü internet ve mobil teknoloji herkesin maddi bedelini rahatça karşılayabileceği kadar ucuzlamış durumda.
Bugün yaşadığımız çağı artık Dijital Çağ olarak tanımlayabiliriz. Birçok işlem artık dijital ve sanal ortamda yapılıyor. Haberleşmenin yanında ticaret, alışveriş, bankacılık ve sosyalleşme gibi gündelik hayatımızın en temel faaliyetleri sanal ortamlarda gerçekleştiriliyor. Alışkanlıklarımız, toplumsal ve kültürel yaşantımız da teknolojik yeniliklerle doğru orantılı olarak hızla değişiyor. En şaşırtıcı olan da insanoğlunun bu hızlı değişime aynı hızda intibak ediyor oluşudur.
Nüfus artarken sosyalleşme de fiziksel olmaktan ziyade sanallaşıyor. Zorunlu sosyalleşme alanlarımız olan okullar ve işyerleri şimdilik varlığını devam ettirirken, her geçen gün daha çok insan evinden eğitim almaya ve çalışmaya başlıyor. Gelecekte ne olacağını kestiremiyoruz bile.
Sosyal ağlar üzerinden sosyal cemaatler oluşmuş durumda. Birbirinin yüzünü görmemiş binlerce, hatta milyonlarca insan ortak amaçlar çerçevesinde bir araya gelip örgütlenebiliyor.
Dijital çağda savaşlar bile sanal ortama taşınmış durumda. Son dönemde ülkemizde yaşamakta olduğumuz gelişmeler bunun en açık örneği. Taraflar birbirlerini silahla değil, görüntüyle, ses kaydıyla vuruyor. Üstelik bu malzemeler, üzerinde rahatlıkla oynanabilir ve manipüle edilebilir olduğundan neyin doğru, neyin gerçek olduğunu anlamak sıradan vatandaş için imkânsız hale geldi. Yoğun bir enformasyon bombardımanı altında büyük bir enformasyon kirliliği yaşamaktayız. Bu çağın en büyük olumsuzluklarından başlıcası da bu enformasyon kirliliğidir. Bunun neticesinde bilgiye olan güven de, insana olan güven de azalmış durumda. İnsanlar son derece kuşkucu hale geldi ve kimse kimseden emin değil. En mahrem ve en hassas bilgilerimiz her an çalınabilir, başkaları tarafından ele geçirilebilir ve bir başkasına satılabilir durumda. Telefon numaralarımız, e-mail adreslerimiz ve ev adreslerimiz iznimiz ve irademiz dışında tanımadığımız kişiler ve firmalar arasında pazarlama amaçlı paylaşılıyor. Bu bilgileri toplayan ve para karşılığı satan bilgi casusları türemiş durumda. Görünen o ki, sonuçlarını kestiremediğimiz dijital bir felakete doğru hızla sürükleniyoruz. Her geçen gün gerek kişiler, gerekse kurumlar olarak (korunması gereken bilgilerin niteliği, türü ve büyüklüğü açısından) bilgi depolama ve arşivleme aygıtları olarak bilgisayarları ve buna bağlı teknolojileri kullanmak zorunda kalırken aynı oranda da siber saldırı ve casusluk tehditleriyle yüz yüze kalmaktayız. Daha önceleri aklımızda/hafızamızda tuttuğumuz ya da yazarak kaydettiğimiz birçok bilgiyi (telefon numaraları vs.) artık telefonlarımızda, bilgisayarlarımızda tutuyoruz. Eskiden olduğu gibi zihinden ya da kağıt kalemle hesap yapmıyor, hesap makinaları kullanıyoruz. Tüm bunlar zihin tembelliğine de sebep oluyor aslında.
Bir taraftan bu tehditlerle karşı karşıyayken, diğer yandan da enformatik cehalete maruz bırakılmış durumdayız. Bilginin bu derece yaygınlaşmasıyla birlikte paradoksal biçimde okuma tembelliğimiz de giderek artıyor. Çünkü bilgi, teknoloji sayesinde yazılı olmaktan ziyade görüntü ve ses yoluyla aktarılır hale geldi. Bunun yanında, ortamda dolaşan bilginin büyük kısmı anlamlı, kalıcı ve insanlığın faydasına hizmet eden bilgilerden ziyade daha çok haber, malumat vb. olarak tanımlayabileceğimiz kalıcı olmayan, günübirlik ve faydasız enformasyondan oluşuyor. Üstelik bu enformasyonun büyük kısmı bizim seçimimize bağlı olmadan, enformasyon kanalları aracılığıyla birçok farklı kanaldan bize empoze edilen manipülatif bilgi kalabalığından ibaret. Neyi, niye okuduğumuzun farkında bile değiliz çoğu zaman. Bu durumda, bilgilenme sandığımız şey aslında cehaletten başka bir şey olmuyor. “Bu kadar cehalet ancak okuyarak kazanılır” sözünden kastedilen de bu olsa gerek (?)
Abdullah ALPAYDIN
SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ