Güneşin ışıkları Köhne’yi yeni ışıtmaya ve ısıtmaya başlamıştı. Güneşin buğday başağına rengini veren sarı ışıkları damı toprakla kapatılmış, soğuktan ve sıcaktan aşınmış ahşap gövdeli ve kanatları bulunan camlarında macunları sertleşmiş ve görevini layıkıyla ifa etmeyen toplulardan (pencerelerden) içeriye kurak toprakların yağmura kavuşması gibi şifa dağıtarak girmiş ve toprak zeminli evin tabanında serili nice kimselerin ayağı altında senelerdir hizmet etmiş üzerinde süpürge otundan yapılmış süpürge ile temizlense de toz barındıran kilimlerin üzerine düşmüştü. Kilimler uzun süre kullanılmaktan dolayı bazı yerlerinde iplikleri çıkmış yada kopmuştu. Yine de sabah güneşini su içer gibi adeta içiyorlardı. Evin hayat (salon) kısmı geniş olduğundan bir kaç kilim yan yana dizilmişti ama kenarlarda boşluklar vardı ve kilden yapılma sert topraklar bu aralardan rahatlıkla görünüyordu. Topluların hemen dibinde üzerinde yünden yapılmış bir tarafta sade bir tarafta çeşitli motiflerden yapılmış minderler ve uzun süre yaslanınca insanın sırtını ağrıtan hasır yastıkların bulunduğu tahtaların birbirine monte edilmesi ile oluşturulmuş sedirler bulunuyordu. Sedirler L şeklinde sıralanmış ve belli mesafelerle aralarına yuvarlak geniş direkler konulmuş ve bu direkler hem sedirlere destek oluyor hem de çatı aksamındaki kırmalara destek oluyordu. Hayatın bir köşesinde yuha (yufka) ekmek ,çörek, bazlama, eşgili, içli yapmak için kullanılan küçük bir şömine/tandır bulunmaktaydı. İçeride çok fazla eşya yoktu ancak hemen lazım olacak ve ihtiyaç için kullanılan eşyalar vardı. Hayat ve evin diğer kısımları gayet mütevazi şekilde dizayn edilmiş ve sade idi. Süs sayılabilecek şey belki de hayat dedikleri salonun duvarında asılı Kabe manzaralı bordo renkli duvar halısı ve ayet ve hadis yazılı birkaç tabloydu.
Şifa gibi içeri dolan güneşin sarı ışıkları Osman’ın göz kapaklarına gelip adeta sert şekilde kapı çalar gibi “Hadi ne duruyorsun sabah oldu kalk!” der gibi gözkapaklarına vuruyordu. Osman yirmi iki yaşına girmiş uykuyu fazla seven biri değildi ve güneşin bu çağrısına hemen icabet etti. Bu yaşına kadar kahve içemese de kahve rengi gözlerini açtı ve tavanda bulunan hezene ve onunla irtibatlandırılmış kırmalara, tahtalara ve tahtaların birleştiği aralardaki samanla karıştırılmış mille karılan her gün ufalanarak kilimlerin üzerine düşen çamurlu topraklara kahvenin bütün tonları ile baktı. Gözlerini dünyaya ilk açtığında da bu köhne evin tavanındaki tahtalar arasından görünen topraklar olmuştu. Toprağın bütün renklerinden bir ışık hızıyla geldi geçti. Adem oldu, Nuh oldu, İbrahim oldu, Asya oldu, Afrika oldu, Antartika oldu. Bazen evlerin duvarlarındaki kerpicin, bazen uğruna kavgaların verildiği bir tarlanın, bazen uğruna imparatorların birbirileri ile savaştığı bir ülkenin, bazen en sevdiğinin üzerine atılan birkaç küreğin, bazen de çocukların gözlerine esen rüzgarlarla dolan toprağı oldu. Güneşle kavruldu, yağmurla ıslandı. Bir kaç dakika öylece tavanı izledi. Kireçle badana yapılmış duvarların kokusunu sevmese de ahşabın ve toprağın kokusunu birlikte içine çekti. Uykusunu yeterince aldığından kalktı ve üzerini giyindi.
Osman aslen Karalık köyünden göçerek Köhne’ye gelen on çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğu idi. Kendisinden büyük üç tane abisi kendisinden küçük iki kız iki erkek kardeşi vardı. En büyük abisi Ömer (lakabı Omulu idi) babasının olmadığı zamanlarda babanın veliahdı, varisi gibi hareket eder ve evin reisliğini yapardı. Küçük kardeşleri hariç evde herkes erkenden kalkmıştı. Üç küçük kardeşleri yerde yünden yapılmış yataklar üzerinde baş uçlu yatıyorlardı. Onlarda birazdan kalkacak ve büyükleri ne yumuş (iş) buyurmuşsa onu yapacaklardı. Köhne’de büyükten küçüğe herkesin bir görevi vardı.
Osman’ın evi Köhne’nin kenarında evlerin az olduğu ıssız bir yerde idi. Babası Mehmet (Köhne’de kendisine Aşık Memmet de derlerdi) çoktan kalkmış sabah namazı için camiye gitmişti. Abilerinden bir kısmı evin yanında bulunan ahırlarda bulunan küçük ve büyük baş hayvanların yemini suyunu vermiş, ahırı temizlemişlerdi. Bir kısmı ise Köhne’nin dışında bulunan tarlalarına gitmek için annelerinin kahvaltı hazırlamasını bekliyorlardı. Annesi Kezban ise sabah gün doğmadan kalkmış namazını kılmış ve evde bulunan yiyeceklerden çocuklarına bir şeyler hazırlıyordu. Gerçi hazırlayacak çok fazla bir şey de yoktu. Taş değirmenlerde kendi tarlalarından elde ettikleri buğdaydan yapılan unu bile bazen bulmakta zorluk çekiyordu. Aile kalabalık olduğundan sabah yaptığı ekmek akşama yetmeyebiliyordu. Çocuklar gün içinde çalışıyorlar acıkıyorlar ve bol bol ekmek tüketiyorlardı. Bozkırın Köhne’sinde buğdaydan arpadan başka bir şey çok zor yetişiyordu. Ekmek her şeye katıktı. Sabahları hayvanların sütünü sağınca süte ekmek şeker katıp veriyordu. Özellikle kışları fazla seçeneği yoktu. Yemekler çabuk bitmesin herkese yetsin diye “Ekmanen ye!” diye çocuklarına çıkıştığı oluyordu. Çocuklar ekmek tüketse de hepsi tükettiğinden fazla üretime katkıda bulunuyordu. Aile kalabalık olsa da peyniri, sütü, yağı, yumurtayı vb. ihtiyaçlarının çoğunu kendileri sağlıyordu. Babası ve annesi kıtlık yıllarını gördüklerinden ekmeğin kıymetini çok iyi biliyorlardı. Sofra altına serilen beze dökülen ekmek kırıntılarını bile zayi etmiyorlar parmaklarını ağızları ile ıslatarak tek tek kırıntılara dokunarak yiyorlardı.
Kız kardeşi Mevlüde uyanmış ve annesi kahvaltının hazır olduğunu ve herkesi sofraya çağırmasını söylemişti. Mevlüde herkesi tek tek bulup çağırmış ve ailedeki herkes büyük bir yer sinisinin etrafındaki sofraya toplanmıştı. Güneşin ışıklarının bir kısmı bıcaklığın (ahşaptan yapılmış içi raflarla dolu kapaksız mutfak dolabı) içindeki zehenlere, çinkodan ve bakırdan yapılmış tabaklara adeta ele alınıp kırılmaması için özenle silinen pahalı bir mücevhere gösterilen özenle yansımış, bir kısım ışıkları ise sininin ortasına vurmuş çay bardaklarının ışıltısı ailenin en küçüğü Veysel’in uykulu gözlerini kamaştırıyordu. Küçük bir güneş sistemi gibiydiler. Anne ve babaları güneş, kardeşleri ve kendisi ise güneşin etrafındaki gezegenler gibiydiler.
Kahvaltı bitince herkes yapacağı işin başına gitti. Sofrada babası Aşık Memmet annesi Kezban kaldı. Annesine Köhne’de hiç kimse Kezban diye hitap etmiyordu. İsmet diye hitap ediyorlardı. Osman annesine böyle hitap edildiğini ilk duyduğunda çok şaşırmıştı ve merak etmişti. Ama annesine bu hususu sormaya utandı. Bir gün komşular konuşurken kulak misafiri olmuş ve neden İsmet dediklerini öğrenmişti. Vakti zamanında komşu köyde Cemaloğlu diye sert mizaçlı, asabi, dediği dedik herkesin korktuğu bir ağa varmış. Aşık Memmet’in Köhne’de olmadığı bir zamanda Cemaloğlu denen ağa tarlada ekili ekinlerine hayvanların girip yayıldığını iddia ederek çobanlık yapan Osman’ın kardeşlerini ve hayvanları rehin almış ve hesap sormak için Köhne’ye gelmiş. Korkudan kimse ağaya ses çıkaramamış ve bir şey diyememiş. Annesi Kezban durumu öğrenince Cemaloğlu denen ağanın karşına çıkmış ve haksızlığını yüzüne haykırmış ve atın üzerindeki ağayı tutunca aşağı düşürmüş. O dönemde ülkede İsmet İnönü iktidarda imiş. Bundan sonra Köhne’de herkes hükümet gibi kadın anlamında annesine İsmet diye hitap etmişler. Bu durumu öğrendiğinde Osman’ın içini tatlı bir gurur kaplamıştı. Kendisinde de annesi gibi haksızlığa karşı açıkça cephe alma hemen tepki verme gibi bir huy vardı.
Annesi sofradan kalkmadan Osman’ın evlilik çağının geldiğini artık evlendirmeleri gerektiğini kocası Aşık Memmet’e söylemişti. Annesi evlenilecek kızı öncesinden kafasında belirlemişti ve teklifini kocasına iletti. Kız Köhne’ye 30-35 km uzaklıkta kışın tipinin karın bol olduğu yazın ise çam ağaçları ile kaplı serin yayla gibi bir köyde yaşıyordu. Babası köyün yaşlılarından ve sözü dinlenen biri idi. Kızın annesini ise annesi Kezban tanıyordu. Ailelerin birbirine uyumlu olduğunu öngörüyordu. Aşık Mehmet bu işlere pek karışmaz çocukların rızası varsa ailelerine uyum sağlayacak biri ise karşı çıkmazdı. Aşık Memmet, hanımın isteğini geri çevirmedi. Annesi Kezban bunun üzerine hemen kız tarafının hatırını kıramayacağı kişilere ve kendi akrabalarından yaşlı ve sözü geçen kimselere kız istemeye gitmek için haber göndermişti. Kız tarafına haber gönderip bir akşam misafirliğe geleceklerini iletmişlerdi. Kız tarafı karşı tarafın ne için geleceklerini öğrenmiş ve Osman’ın ailesini araştırmaya başlamıştı. O gün geldiğinde Aşık Memmet ve akrabasından hatırı sayılır erkek ve kadınlardan birkaç kişi toplanıp köyün minibüsüne bindiler. Minibüs köye doğru hareket edip vardığında yolcuların kulaklarında Hakkı Bulut’un kasetindeki ikimiz bir fidanın güller açmış dalıyız şarkısı hala çınlıyordu. Köydeki tanıdıklarını da alıp akşam vakti kız tarafının evine gittiler. Kadınlar ayrı odaya erkekler ayrı odaya oturdular. Kızın babası dış görünüş itibariyle otoriter sert bakışlı biriydi. Misafirlerini güler yüzle karşıladı ve hepsi ile tek tek ilgilendi. Aşık Memmet otoriter ve sert mizaçlı olarak gördüğü kızın babasının kızı vermeyeceğini düşünmüştü. Oysa çaylar içilip sohbet koyulaşınca dış görünüşün insanları yanılttığının farkına varmış, aynı dünyaların insanları olduğunu anlamıştı. Sohbetin sonuna doğru Aşık Memmet Allah’ın emri peygamberin kavli ile kızı oğlu Osman’a istemiş ve ilk kız isteme de genellikle kız kolay kolay verilmez erkek tarafı bir yada bir kaç kez gelmek zorunda bırakılırdı ama kızın babası mert, açık sözlü, insanların işini zorlaştıran biri olmadığından “Allah hayırlı eylesin” diyerek onay vermişti. Sohbet devam edilmiş birer çay daha içilmişti. Annenin süt hakkı, kardeşlerin gardaş yolu olarak iki koyun bir keçi ve düğün hazırlığında ve kızın kişisel ihtiyaçlarında kullanılmak üzere bir miktar başlık parası konuşulmuş ve ayrıca düğün hazırlıkları için yastık yorgan yatak yapmak için 10 batman (80 kg) kirli yün, pazenler…
Meclistekiler Aşık Memmet’ten halk aşığı olduğunu bildiklerinden ve kendi ifadesi ile name okumalarını istemişti. Aşık Memmet’i Köhne’de ve civar köylerde çoğu kimse bilirdi. Aşıklarla, dervişlerle gezer arkadaşlık ederdi. Köy odasında toplantılarında, düğünlerde yada birkaç arkadaş dost bir araya gelince haydi aşık elini kulağına at derlerdi. Aşık Memmet genellikle naz eder hemen söylemezdi, ısrar edilince insanları kırmazdı. Saz çalmayı bilmezdi öğrenmeye de çalışmadı, zira saz çalmanın günah olduğunu düşünüyordu. O yüzden elini kulağına atar ve irticalen söylerdi. Bazen ilahiler, bazen eski türkülerden bazen de çevresindeki insanlar hakkında anlık bestelediği bir şeyler söylerdi. İnsanları söyledikleri ile bazen ağlatır bazen güldürürdü. Okuma yazma bilmemesine rağmen sadece şiir söylemez hikaye de anlatırdı. Eski hikayeleri iyi bilirdi. Aslı ile Kerem, Arzu ile Gamber, Leyla ile Mecnun gibi eski hikayeleri anlatır, hikayenin aralarında elini kulağına atar bazen Kerem bazen Gamber bazen de Mecnun olur, çöllerde gezer yanındakileri de gezdirirdi diyar diyar. Şiirlerini irticalen söylediklerine kendisi name derdi, namesinin sonuna doğru “imlamız tükendi” diyerek sözün bittiğini duyururdu. Dünür olduğu evde de sözü böyle bitirdi. Ev sahibinden müsaade isteyip evden ayrıldılar.
Gece vakti Köhne’ye vardılar. Hepsi de işin olumlu neticelenmesinden dolayı mutluydular. Çocuklar uyumuştu. Kezban Hanım nişanı düğünü nasıl yapacaklarını çok fazla paralarının olmadığını bu işin üstesinden nasıl gelebileceklerini beyi Aşık Mehmet’e sormuştu. Aşık Memmet hele yatıp dinlenelim “Allah evlenene ve ev yapana yardım eder, Allah büyüktür” dedi. Osman ise gündüz koyunları Köhne’nin kenarındaki otlaklarda yaymış akşam olunca da ahıra kapatmış ve hayatının en önemli olaylarından biri olan evlendirildiğinden habersiz yatmış uyumuştu. Sabah ailecek kahvaltı ederken Osman bir kızla sözlendiğini annesinden öğrenmişti. Ne diyeceğini bilememişti. Utanmış ve biraz da yüzü kızarmıştı. Kimse önceden kendisine bir şey sormamış, fikrini almamıştı. Sevdiği bir kız yoktu ama ya olsaydı o zaman ne yapacaktı? Anne babasının kendisi için en iyisini, en hayırlısını düşündüğünü düşünerek sözlü bir tepki vermemişti. Onay verdiğine dair kafasını öne eğmişti. Osman yazın Köhne’de hayvanlarının çobanlığını yapıyor, bir taraftan da Köhne’nin biraz uzağında bulunan tarlalarında rençberlik yapıyordu. Nişanı ve düğünü yapabilmeleri için nakit paraya ihtiyaçları vardı. O yüzden Ankara’ya inşaat işlerinde çalışmaya gitmeye karar vermişti. Köhne’nin dışına pek çıkmamıştı. Vesait (araç) çok yaygın değildi. Trene ilk kez Ağrı’ya askerliğe giderken binmişti. Köhne’den Ankara’ya çalışmak için gidenler vardı onların arasında bir arkadaşı vardı. Onunla konuşmuş kalacağı yeri ve hatta işi bile ayarlamıştı. Ulus’ta bir handa kalacak oradan yürüyerek Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin inşaatında çalışacaktı. Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Osman Ankara’ya gidip amele olarak inşaatlarda çalışıp bir miktar para ile dönmüştü.
Osman’ın getirmiş olduğu para ile önce nişanı yaptılar. Aradan biraz zaman geçince taraflar oturup düğün gününü kararlaştırdılar. Düğünün harman kalktıktan sonra güzün yapılmasına karar verdiler. Aşık Memmet ve ailesi verilen sözleri yerine getirmiş ve düğünün yapılacağı gün gelip çatmıştı. Günlerden Perşembe idi. Aşık Memmet, hanımı ve Osman erken kalkmış ve Köhne’nin pazarına gitmişlerdi. Düğün için epey alışveriş yaptılar. Aşık Memmet oğlu için büyük bir baş hayvanı da Cuma günü kesip düğüne gelenlere ikram edecekti. Akşama kadar düğün hazırlıklarını yaptılar. Kezban Hanım ise birkaç gün önceden gönderilen habeleri toplamış ve akrabalarına ve yakın komşularına dağıtmış bir kısmını ise ikram için ayırmıştı. Habelerin çoğu tavuk, bodu (kaz), culuk (hindi) idi. Elbise, etek dikilmesi için birkaç metre pazen kumaşı da çok yakın akrabalarına göndermiş ve düğüne davet etmişti. Düğüne davet için oğlu Mustafa ve Veysel ile okuyuntu dağıttırdı. Okuyuntu bir adet misafir şekeri idi. Düğünün tarihini söylenip veriliyor ve düğüne davet ediliyordu tanıdıklar. Kart çok yaygın değildi ve ekonomik sebeplerden dolayı herkes düğün kartı bastıramıyordu. Akşam ezanından önce Aşık Memmet en küçük oğlu Veysel’i yakın akrabasından ve samimi olduğu komşularından bir kısmını akşam namazından sonra danışık kahvesine çağırması için göndermişti. Akşam misafir odasında davet edilenler toplandı. Danışık kahvesinde kız tarafının düğün kağyası ile istişare ederek düğün işlerinin organizasyonunu yapmak için düğün kağyası (kahyası) ve yardımcısı seçilecekti. Davetliler yer minderlerinde oturmuşlardı. Osman’ın kardeşi Mustafa gelenlere kolonya tutmuş ve çay ikram etmişti. Aşık Memmet oğlu Mustafa’nın getirdiği bir paket cigara ve şekerlikte bulunan misafir şekerini alıp komşusu atarabacı İsmail’in önüne bırakmıştı. Bu düğün kağyası sen ol anlamına gelmekte idi. Atarabacı İsmail mazeretlerini söyledikten sonra sigara paketini ve şekerliği komşusu Hasan Ağa’ya bırakmıştı. Hasan Ağa da aynı şekilde komşusu Zeynel’e, Zeynel de komşusu Almancı Zilfi’ye bırakmıştı. Kalabalık Almancı Zilfi’yi kağyalık görevini ikna ederek hayırlı olsun diyerek kabul ettirmişti. Kağyaya yardımcı olarak da kepekçi Memmet’i görevlendirdiler. Düğün sahibi kağya ve yardımcısı Cuma’dan başlayıp Pazar günü akşam sona erecek düğünde neler yapılacağını konuştular. Düğün kağyası düğün sahibinde düğünde harcanmak üzere bir miktar parayı da o akşam almıştı.
Cuma günü erkenden kalkılmış ve bütün aile efradı düğün için hazırlıkları yapmıştılar. Bir kısım akrabalar kınacı olarak kız tarafına gitmişti. Kınacılar düğün işlerine yardımcı olurlar ve geleneklere göre ve latife maksatlı kız ailesi tarafından belirlenen cezalara maruz kalırlardı. Osman’ın abisi Elvan düğünde davul zurnayı çalacak çok kişi ile bir ay öncesinden görüşmüş ve işinin ehli ve köylüsü olan Karalıklı Topal Osman ile anlaşmıştı. Osman’ın abisi Elvan sabah gidip eski mal pazarını üstünde oturan düğünde zurnayı çalacak olan Topal Osman’ı bulmuş ve bir aksilik olmaması için tekrar görüşmüştü. Topal Osman parasının bir kısmını peşin almış bir kısmını ise Pazar gelin geldikten sonra alacaktı. Cuma namazı sonrası bayrak getirtilmiş ve bayrak evin çatısının bir kenarına bir direkle dikilmişti. Zurnacı Topal Osman ve davulcu oğlu da gelmiş ve düğünün başladığı davul zurna sesinden resmen ilan ediliyordu. Düğün evi yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başlamıştı. Düğüne gelenlerin bir kısmı makarna, çay, şeker getirip hayırlı olsun diyorlardı. Gelen bu malzemeler düğünde yemek ve çay yapılarak ikram ediliyordu. Yemek ikramı için masa ve sandalyeler kiralanıyor yada ödünç alınıyordu. Kadınlar evin yanındaki tandırda yemek pişiriyorlar ve pişirdikleri yemekler yemek saatinde düğüne gelenlere ikram ediliyordu. Pazar günü gelin erkek evine gelene kadar yemek ikram faslı devam ediyordu. Komşuları Rabey (Rabia) yenge bu işi üstlenmişti ve yemek organizasyonu o yapıyor diğer komşuları Hatçe (Hatice) yenge, Tümey (Sultan) yenge ve Arife yenge ise yemeklerin pişirilmesi ve kaplara konulmasına yardım ediyorlardı. Osman’ın annesi de komşularına aynı şekilde yardım etmişti. Düğünlerde genellikle kahvehane işleten ya da garsonluk yapan veya çay demleme işinden anlayan erkeklerden bir kısmı sürekli çay ikramında bulunurdu. Komşularından Mustafa ocakçı olarak çay demleme işini, gençler ise çay dağıtımı işini yapıyorlardı. Erkekler ayrı yerde kadınlar ayrı yerde toplanıyorlardı. Genellikle hava soğuk ise kadınlar içerde erkekler dışarda, hava sıcak ve güzel ise kadınlar avluda erkekler avlunun dışında yada komşunun evinin avlusunda toplanıyorlardı. Hava güzel olduğundan kadınlar avluda erkekler ise avlunun dışındaki sokakta, ihtiyar erkekler ve kadınlar ise evde kendilerine ayrılan odalarda oturuyordu. Zurnacı Osman gelenleri karşılama havasında nameler döktürüyor ve davulcu oğlu da ona uygun ritimde davulunu çalıyordu. İşlerinde oldukça usta idiler. Zurnacı Topal Osman’ın erkek çocuklarının hepsi de davul zurna çalıyor hatta evdeki kızları ve gelinlerinin de davul zurna çaldıkları söyleniyordu. Yani düğün için en iyi davulcu ve zurnacı tutulmuştu. Akşam ezanı okunup yemekler yenildikten sonra düğün evi daha kalabalıklaşmaya başlamıştı. Osman düğünden birkaç gün önce avlunun akşam aydınlatılması için elektrikçiden 20-30 metre uzunlukta kablo almış ve kabloyu çeşitli yerlerinden kesmiş ve aralarına duy takmış ve ampulleri duya takmıştı. Akşam olunca ampulleri yakmış ve ortalık gündüz gibi aydınlanmıştı. Aşık Memmet ailesinin uzaktan yakından tanıdıkları ve akrabaları düğüne icabet etmişlerdi. İstanbullardan Ankaralardan gelenler de vardı. Cuma akşamı kız tarafı baskına gelecekti. Kız tarafının düğün kağyası haber göndermişti. Akşam hava karardıktan sonra kız tarafı gelmişti. En güzel şekilde karşıladılar. Baskına gelen taraf kendi tarafındaki akraba ve düğüne katılanlarla gelirler ve beraber halaylar çekilir oyunlar oynanırdı. O akşam da öyle oldu. Gece olunca herkes evine dağılmıştı. Uzaktan gelen misafirlerin bir kısmını akrabalar bir kısmını ise komşular alıp evlerinde misafir etmişlerdi.
Cumartesi sabahtan herkes düğün evinde toplanmaya başlamıştı. Davul ve zurna eşliğinde halaylar çekiliyordu. Kol oyunları oynanıyordu. Damat Osman’ın en yakın ve bekar arkadaşlarından Nizam, Osman’ın ricasını kırmamış ve düğünde bayraktar (Yiğitbaşı) olarak belirlenmişti. Bayraktar ile beraber küçük erkek çocuklarının arasından sağdıç da belirlenirdi. Bayraktar devamlı damadın yanında bulunur ve kaçırılmasına engel olurdu. Damada düğün gelenekleri ve oyunlarında bir ceza kesilecek olursa damat adına cezayı o çekerdi. Bayraktarın görevi Cuma günü başlar ve Pazar akşamı damat dıhma (gerdeğe girme/uğurlama) törenin bitimine kadar devam ederdi. Damadın kaçırılmasındaki gaye ise genellikle evli olan damadın arkadaşları ve akrabalarından bayraktarın damadın yanında olmadığı bir zaman diliminde alınıp götürülerek gizlenmesi ve çeşitli hediyeler (kuruyemiş aldırılması, küçükbaş hayvan kestirilmesi vs gibi) ya da hediye yerine geçecek para karşılığında serbest bırakılması idi.
Nizam davulcu zurnacı ve diğer arkadaşları ile birlikte damat Osman’ı alıp Köhne’nin girişindeki kömür ocaklarına yakın yerde bulunan eski hamama götürmüşlerdi. Hamamın önündeki boş alanda hep beraber halaylar çekildi. Hamamda yıkanıp temizlendikten sonra damat Osman’a damatlık olarak alınan takım elbise gömlek ve kravatı giydirildi. Damat hamamdan çıktıktan sonra davul zurna eşliğinde arabalarla Köhne’de ara ara korna çalınarak kısa bir tur atıldıktan sonra düğün evine tekrar gelinmişti. Akşama kadar halaylar çekilmiş, oyunlar oynanmış, yemekler yenmişti. Akşam vakti bu sefer erkek tarafı kız tarafına baskına gitmişti. Aşık Memmet ve ailesinden ileri gelen birkaç yaşlı hariç çoğu kişi baskına gitmişlerdi.
Kız tarafına varılıp hoş beş edildikten sonra halay çekmeye başlanılmıştı. Zurnacı topal Osman halaya ağırlama ile başlamıştı. Ağırlama halayında genellikle köprüden geçti gelin türküsü çalınır söylenirdi. Halayların arasında ara ara sadece zurnacı melodiyi çalar davulcu davuluna vurmaz maniler söylenir ve mani bitiminde davulcu davuluna vurarak melodiye eşlik ederdi. Zurnacı topal Osman avurdunu şişirerek ve ciğerlerindeki havayı en son hadde kadar kullanarak büyük bir maharetle zanaatını sergiliyordu. Halayı çekenler ise melodiye ayak uydurmuşlar ve coşkuyla halay çekiyorlardı. Halayın başını ise bu işlerde çok mahir olan komşuları Recep çekiyordu. Düğünlerin çoğunda halayın başını çeker ve Temirağa halayını ondan güzel oynayan olmazdı. Recep, halayın çeşidine göre halay grubunu yönlendiriyor ve bir taraftan da manileri sıralıyor halaydakiler de onunla birlikte yüksek sesle manileri söylüyorlardı:
Oy pambuğum pambuğum
Dallarına konduğum
Sana hasta diyorlar
Nasıl oldun sevdiğim…
Oy hudeyi hudeyi
Yandı yürek su deyi,
Kızlar bize bakmıyor
Asker olmuşlar deyi…
Masa üstünde hızar
Hızar boynumu cızar
Hiç ışmardan almıyor
Eşşek kafalı kızlar….
Karşıda kara çalı
Kararıp durma çalı,
Ben seni alır mıyım?
Sümüklü sıracalı….
Patlıcan oymadın mı,
Dadına doymadın mı?
Ana beni gınama
Sen cahil olmadın mı?
Nalinlim dön dön dönelim,
Sırtı sırta verelim
Vur elleri ellere
Koy belleri bellere
O yar kurbanlar olsun
Şıkırdayan ellere…
Elma attım karşıya
Yuvarlandı çarşıya,
Şu Köhne’nin kızları
Birer tabak turşuya…
Şu çamlıkta su tası
Şıngırdatma o tası
Ben seni alır mıyım?
Mareşşağının sıpası
Aman aman kara kız
Saçlarını tara kız
Öptürmem diyodun
Al yanaklar yalınız…
Kavaktan gazel indi
Dibine güzel indi
Bir öptüm beş dişledim
Dişime nazar indi…
Ata binerim ata
Tabanca ata ata
Kemiklerim kurudu
Yar sensiz yata yata…
Oy çıtak kız çıtak kız
Gel beraber yatak kız
Sen tavuk ol ben horoz
Ciyak ciyak ötek kız…
Kekliği bıçakladım
Suyunu saçakladım
Anasının yanında
Kızını kucakladım…
Oy pırasa pırasa
Dağlarına kar yağsa
Şu kızlar bekar kalsa
Erkeklere yalvarsa…
Cevize vurdum nacak
Cevizden bal akacak
Şu bekarların vebali
Kızlardan sorulacak…
Maniler sıralanıyor halay çekiyordu. Recep, Kıyılı halayı, Ellik halayı, Kamalı halayı, Tek ayak halayı, Üç ayak halayı ve Mico halaylarını bilirdi. Kamalı halayında başı çeken halay başı erkek sevgili, halayın ikinci sırasındaki kişi kız rolüne, üçüncü sıradaki kişi ise kızın yüz verdiği adam rolüne bürünür ve elindeki mendili yaşmak yapar ve halay başına yüz vermez üçüncü kişiye sevgi gösterilerinde bulunacak şekilde oyunlar eder, izleyenleri güldürürlerdi. En sonunda halay başı ile oyun tutarak halay neticelendirilirdi. Sevilen halaylardan biri de Bobbili halayı idi. Bobbili oynanırken halay çekenler melodinin sözlerini yüksek sesle söylerlerdi:
Damdan düştüm gurpeden
Vay gurbanım Bobbili
Bir kız öptüm cirpeden
Hele de güzel Bobbili
Anası yanındaymış
Vay güzelim Bobbili
Bana vurdu gumbeden
Vay güzelim Bobbili
Gelin halayında ise sözlerinden bir kısmı kalabalık terennüm etmeye devam etmişti:
Geliiiinn! Gavaktaki gargalar yar yareli gelin
Geliiiinn! Gavak dalını ırgalar yar yareli gelin
Geliiiinn! Onbeşine döndüm yar yareli gelin
Köhne’de halay ağırlama ile başlar, Bobbili, Gıyılı, Gamalı, Trakya, Sinsin, Tek ayak, Çekirge, Cemo, Temirağa, Hoş Bilezik, Gelin halayı gibi halaylarla devam ederdi. Halay haricinde kol oyunları da oynanırdı.
Kimse neden Trakya dendiğini bilmezdi ama Trakya halayı halayın en çok sevilenlerinden biri idi. Halayı çekenler melodi eşliğinde biraz halay çeker ve elleri ile alkış tutarlar ve halaydan en az iki kişi ortaya çıkar ve karşılıklı serbest bir stilde oynarlardı. Ortaya çıkarken melodi değişir ve hızlı bir ritimle çalınırdı. Karşılıklı oyundan sonra melodi eski ve yavaş ritmine döner halay ekibi de oynamaya devam eder ve tekrar melodi değişir iki kişi oynar ve halay sonlanırdı. Halayın sonunda davulcu halay başı Recep’in yanına gelmiş ve davulunu yan çevirerek üç defa tokmakla davuluna vurmuş ve Recep de cebindeki bir kısım parayı bahşiş olarak davulun üzerine bırakmıştı. Halay da bulunan diğer kişiler de bahşişlerini davulun üzerine bırakmışlardı.
Baskında kadınlar ayrı erkekler ayrı halaylar çekmiş oyunlar oynanmış ve baskından gece geç vakitte dönülmüştü. Herkes yorulmuştu. Sabah erken kalkılacak ve gelin almaya gidilecekti. Ama öncesinde gelin arabasının temizlenmesi süslenmesi gerekiyordu. Bayraktar Nizam arabayı kapının önündeki kuyudan temin ettiği su ile temizlemiş ve arabanın kaputunun üstüne bir seccade sermiş, seccadenin ortasına üzerine şoförün görüşünü engellemeyecek büyüklükte bir oyuncak bebek koymuş ve bebeği renkli iplerle kaputun ortasına sabitlemişti. Arabanın lastiklerini ,kapılarını ve çeşitli yerlerini renkli ince naylon şeritlerle çeşitli desenlerde süslemişti. Arabanın sağ ve sol kapısının yanındaki aynalara, lastik cantlarının aralarına, arabanın ön farlarından arka farlarına doğru uzanacak şekilde şeritlerden süsler yapılmış ve şoför kısmının olduğu dış aynaya ise havlu takılmıştı. Aracın arka camına ise kalp şeklinde kesilmiş beyaz kağıt içerisine kırmızı kağıtlarla yapılmış gelinin ve damadın baş harfleri yapıştırılmıştı. Gelin arabası hazırdı.
Vakit öğleye yaklaşmış ve kalabalık toplanmıştı. Osman’ın kardeşi Veysel düğün alayına katılacak tüm araçların aynalarına takılmak ve düğün konvoyu olduğunu belli etmek için ve araç sahiplerine araçları ile düğüne katıldıkları için hediyelik havluları çabucak dağıtmıştı. Araç sayısı az olduğundan ve aracı olmayanlar için üç tane minibüs kiralanmıştı. Bayanlar ayrı minibüse, erkekler ayrı minibüse bindiler. Çocuklar ise bir kısmı annelerinin bir kısmı babalarının olduğu minibüse bindiler. Zurnacı Osman ve davulcu oğlu da minibüsün ön kısmına bindiler. Araçlar konvoy oluşturarak ve korna çalarak gelin evine doğru hareket ettiler. Gelini almak için kapının önüne gelinmişti. Gelini almaya gelmeden önce gelinin çeyiz sandığını ve yatak, yorgan, yastık ve diğer eşyaları almak için bir araç önceden gelin evine gitmişti. Gelini almak için evin kapısı çalınmış ancak kapı açılmamıştı. Bir kaç defa kapı çalındıktan sonra gelinin yakınları kapıyı açmak için bahşiş istediler. Osman’ın abisi Ömer (Omulu) gelinin yakınlarını razı ederek bahşişi vermişti. Diğer abisi Ali ve Elvan ise çeyiz sandığının üzerine oturan ve kalkmak için bahşiş isteyen çocuklara bahşişi vermiş ve çeyiz sandığını arabaya yükletmişti. Gelin evden çıkmadan önce kuşağı bağlanırdı. Kuşak kırmızı şeritten oluşan bir kumaştı. Genellikle gelinin babası ya da erkek kardeşleri tarafından kuşak gelinin beline bağlanırdı ve duygusal bir ortam oluşur çoğunlukla gelin ve yakınları ağlardı. Gelinin kuşağı bağlandıktan sonra babası tarafından evden yavaş yavaş çıkarılmış ve gelin arabasına getirilmişti. Zurnacı ağıt havaları çalıyordu. Kız tarafı üzgün erkek tarafı ise sevinçli idi. Osman gelin arabasından inmiş ve gelini teslim almak için bekliyordu. O sırada uzun zamandır Karşıyaka mahallesinin imamlığını yapan Gani Hoca dua etmek için ellerini açmıştı. Herkes sustu ve eller dua için semaya kaldırıldı. Herkes bu iki gencin mutlu olması için dua ediyordu. Dua bittikten sonra gelin ve gelinin bir arkadaşı gelin arabasına bindi. Davul zurna neşeli nağmeler çalmaya başladı. Herkes geldiği araca tekrar bindi ve yola çıkıldı. En önde gelin aracı olacak şekilde araçlar kornalar çalarak ve dörtlülerini açarak konvoy halinde Aşık Memmet’in evine doğru ilerlemeye başlamışlardı. Konvoy direkt eve yönelmeyerek Köhne’nin en işlek caddesinden geçerek şehri turlamış ve en son damat evine doğru yönelmişti. Yolda gelin arabasının önü kesilmeye çalışılmış bir kaçı başarısız olmuştu. Düğün araçlarının önü kesilerek bahşiş alınması gelenekti. Bahşişler ise beyaz bir zarfın içine konulurdu. Birden fazla zarf verildiği de olurdu bazen para dolu zarfların arasına boş zarf ta konurdu. Komşunun çocukları Sami, Fikret ve Halil gelin arabasının yaklaştığını görmüşler tahta merdiveni alıp yolu kesmişlerdi. Yolu açma karşılığında dört zarf almışlar ve içinden çıkan paraları aralarında bölüşmüşlerdi. Gelin arabası damat evine gelmişti. Kalabalık toplanmış ve gelinin ve damadın arabadan inmesini bekliyordu ancak gelin arabasının şoförü aracın kapısını kilitlemiş ve aracın kapısının açılmadığı söyleyerek bahşiş beklediğini Aşık Memmet’e duyurmuştu. Aşık Mehmet bir miktar parayı şoförün cebine bırakmıştı. Aracın kapısı açılmıştı. Ancak bu sefer de gelin araçtan inmiyordu. Aşık Memmet bir miktar para teklif etti ancak teklifi kabul görmedi, en sonunda 10 dönüm tarla 10 koyun ve 5 büyükbaş hayvanı gelinine hibe ettiğini herkese ilan ederek gelinin araçtan inmesini sağladı. Gelin araçtan inince davulcu zurnacı neşeli nağmeler çalmaya başladı. Halaylar çekildi, oyunlar oynandı. Ardından hazırlanan yemekler avluda kurulan sofralarda düğüne katılanlara ikram edildi. Töre çağrılmasına geçilecekti. Sesi gür olan komşulardan Güller Yenge töre çağrılmasını yapmak için bir sandalyenin üzerine çıkmıştı. Düğüne katılanlar hediye olarak getirdikleri altın, para ne varsa Güller Yenge’ye veriyorlar. O da yüksek sesle getirilen hediyenin kimden ve ne kadar olduğunu bağırarak ilan ediyordu. Komşu Arife Yenge ise çığrılan bu hediyeleri bir kağıda yazıyordu. Kim ne getirmişse yazılır ve daha sonra getiren taraf düğün yaptığında aynısı götürüp takı olarak takılırdı. Takı işlemi bittikten sonra kalabalık dağılmıştı. Akşam ise damat dıhma töreni olacaktı. Yatsı namazından (kışın akşam namazı) önce erkekler damat evine yakın bir evde toplanır bekarlar bir grup evliler bir grup oluşturur, yemek yerler, kırmızı şerbet içerler ve aralarında çeşitli oyunlar oynarlardı. İmam davet edilir, seccadeler yere serilir, küçük yastıklar seccadelerin önüne konulur, seccadelere damat ve sağdıç diz çökerek oturur ve dua edilerek damat dışarı çıkarılır ve eve doğru yürüyerek ilahiler eşliğinde götürülürdü. Evin önüne gelinince imam yüksek sesle dua eder ve dua biter bitmez damat babasının elini öperek eve doğru hızlıca kaçardı. Yavaş hareket etmesi halinde arkadaşları sırtına yumrukla vururdu. Osman da tüm bu ritüelleri gerçekleştirmiş ve yumruk yemeden kaçmayı başarmıştı. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…
KAPLAN
SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ