Nasıl Bir Eğitim?

Toplumsal bir sorun yoktur ki bir şekilde eğitimle ya da eğitim sistemiyle ilişkilendirilmesin. Toplumları oluşturan bireyler olduğuna göre bireyin doğru ve sağlıklı eğitim alması bir toplum için en temel hedef olmalıdır.

Başlarken; eğitimle çok karıştırılan öğretimi birbirinden doğru ayırmak gerekir. Öğretim; belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedrisat ya da öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi” olarak tanımlanırken, eğitim; “Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye” olarak tarif edilmektedir.

İnsan hayatında eğitimin ilk aşaması ailede başlar. Okul çağına kadar ilk eğiticiler anne ve babalardır. Bu sebeple anne ve babaların mes’uliyetleri büyüktür. Okul öncesinde çocuk üzerinde çok ciddi etkisi olan ebeveynlerin bu durumun bilincinde olarak hareket etmeleri gerekir. Bazı psikoloji kuramlarına göre çocuğun kişiliğinin gelişiminde ilk 6 yıl çok önemlidir. Hatta insan kişiliğinin büyük oranda bu dönemde şekillendiği iddia edilir. Bu dönemde kurulan çocuk-ebeveyn ilişkisi, çocuğun sonraki hayatının en temel belirleyicisi olacaktır. Ebeveynler bu sorumluluklarının farkında oldukları sürece çocuklarıyla daha sağlıklı ilişki kuracak, onlara daha bilinçli eğitim vereceklerdir.

Çocuğun okulla tanışması, eğitimi açısından ikinci önemli aşamadır. Okul ortamında çocuk, hem akranlarıyla sosyalleşme imkânını bulur, hem de okuma yazmanın yanında insan ilişkilerini, toplum içinde nasıl davranılacağını, toplumsal yaşamın kurallarını, birlikte yaşamayı, hak ve özgürlüklerin sınırlarını pratik olarak yaşayarak öğrenir.

Eğitim sürecinin bir tarafından öğrenci varken, diğer tarafında da öğretmen vardır elbette. Öğretmenin mesleki yetkinliği ve etkinliği eğitim sürecinin kalitesini ve verimliliğini doğrudan etkiler. Çocuğun ebeveyniyle kurduğu bağ onun kişiliği ve sonraki hayatında ne kadar etkiliyse, öğretmeniyle kurduğu bağ da en az o kadar etkilidir. Bu sebeple, bir eğitici olarak öğretmenin, psikoloji ve pedagoji alanlarında donanımlı, iletişim becerileri yüksek ve hepsinden önemlisi mesleğini seven, idealist bir birey olması, çocuğun/öğrencinin okulla kuracağı bağın belki de en temel belirleyicisidir.

Bunun yanında, eğitim sistemi ve uygulanan müfredat, okulun fiziksel ve sosyal şartları da alınan eğitimin kalitesini belirleyen diğer faktörlerdir.

Okullar aracılığıyla sistematik ve kurumsal eğitimin tarihi çok eskilere dayansa da en ciddi ve köklü değişimin Sanayi Devrimi ile birlikte gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Sanayi Devrimi’ne kadar okuma-yazma bir lüks ve yalnızca varlıklı kesime has bir ayrıcalıkken; Sanayi Devrimi, ihtiyaç duyulan nitelikli iş gücü için eğitimin geniş kitlelere yayılmasını bir zorunluluk haline getirmiştir. İlk-orta-lise ve üniversiteden oluşan kademeli eğitim anlayışı da bu dönemden sonra gelişme göstermiştir.

Ülkemizde ise Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişle birlikte köklü reformlar yapılmış, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla eğitimin tek merkezden ve tek elden kontrolü ve idaresinin sağlanması hedeflenmiştir. Yeni devletin yeni bir ulus inşa etmek gayesiyle başta Harf Devrimi olmak üzere yaptığı diğer kültürel devrimler eğitim yoluyla benimsetilmeye çalışılmışsa da, tek tipçi ve farklılıkları göz ardı eden anlayış birçok sorunun yaşanmasına sebep olmuştur.

Aradan geçen yıllara rağmen, Türk Eğitim Sistemi yapısal problemlerinin çoğunu çözebilmiş değildir. Sorunlarla ilgili doğru teşhis yapılamamakta, eğitim sistemi, sorun çözmekten ziyade popülist kaygılarla ehil olmayan ellerde yap-boz tahtasına çevrilmektedir. Yanlış bir anlayışla, çok hızlı sistem değişikliklerine gidilmekte; yeni sistem için gerekli bilgi ve alt yapı hazırlıkları tamamlanmadan uygulamaya geçilmekte, adeta “kervan yolda düzülür” zihniyetiyle nesillerin kaybolmasına göz yumulmaktadır. Başta eğitim felsefesi olmak üzere, alt yapı, yetişmiş insan vb. konularda yapılması gereken köklü değişimler yerine, sınav ve başarı odaklı anlayışta ısrar edilmekte; öğrenciler sürekli bir yarış ve kazanma baskısı altında tutularak psikolojik olarak yıpratılmaktadır. Daha vahim olanı, aileler de bu yarış havasına kendilerini kaptırmakta, çocuklarının üzerindeki baskının katlanmasına sebep olmaktadırlar. Çünkü çocuğun başarısı, toplum nezdinde ebeveynler için de bir prestij aracı olarak görülmektedir. Üniversiteye kadar bu anlayışla motive edilen çocukların sağlıklı bir ruhsal gelişim göstermesi mümkün olabilir mi?

Üniversite eğitimimiz açısından da durum pek parlak değil. Dünyanın en iyi üniversiteleri sıralamalarındaki durumumuz bunun en önemli göstergesi. Yakın zamanda İngiltere’deki saygın bir kuruluş tarafından yapılan ve Eğitim Kalitesi, Araştırmalar, Yayınlar ve Uluslararası Faaliyetler gibi 13 ana kritere göre değerlendirilen Dünyanın En İyi 400 Üniversitesi araştırmasının sonuçlarına göre Türkiye’den en iyi dereceyi 100 üzerinden 44 puanla 199. olan Boğaziçi Üniversitesi alabilmiş. Fazla söze gerek yok sanıyorum. Bu tablo, eğitim sistemimizin tümüne sirayet etmiş yapısal problemlerin bir sonucu olsa gerek.

Peki, çözüm nedir? Öncelikle öğretim ve sınav odaklı anlayıştan, eğitim odaklı anlayışa geçiş yapmak zaruridir. Matematik, Fen, Sosyal Bilimler, Türkçe/Dil Bilgisi, Yabancı Dil gibi temel derslerin gereksiz ve faydasız bilgi kalabalığından arındırılarak gerçek manada öğretilmesi önemli olmakla birlikte; çocuklarımıza estetik, sanat, genel kültür, temel insani ve ahlaki değerleri kazandırmak ve onları tarih ve kültür bilinci olan, kendisine ve çevresine saygılı, farklılıklara tahammüllü, ön yargılara esir olmayan, araştıran, sorgulayan ve eleştirebilen, eleştiriye tahammüllü, öz güveni yüksek, komplekssiz, içindeki yaşadıkları dünyayı bilen, çevresine ve toplumsal meselelere duyarlı bireyler olarak yetiştirecek bir eğitim felsefesini hâkim kılmak gerekir. Bunun için Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Gelişmiş ülkelerde denenmiş ve başarılı olmuş modelleri kendi kültürel yapımızın süzgecinden geçirerek uyarlamak hiç de zor değil. Yeter ki amaç ve niyet gerçek manada eğitmek olsun.

Bunların yanında, öğrenciyi yarışma ve kazanma psikolojisiyle şartlandıran değil, kendisini her alanda geliştireceği ve ileride bilinçli bir yurttaş olmasını sağlayacak nitelikli ve kaliteli bir eğitim alabileceği okullar ve eğitim kurumları tesis etmemiz gerekir. Bu hedefin, mevcut olumsuz şartlar göz önünde bulundurulduğunda çok kolay gerçekleştirilebilir bir şey olmadığını, beklenen dönüşümün hemen gerçekleşmeyeceğini elbette biliyoruz. Lakin bunu bizden ziyade ülkenin eğitim politikalarına yön verenlerin bilmesi gerekiyor. Öncelikle ülkeyi yönetenlerin, sonrasında eğitimcilerin ve ebeveynlerin eğitilerek bu anlayışın benimsenmesi sağlanamazsa, korkarım arızalı nesiller yetiştirmeye devam edeceğiz. Ülkenin geleceğini emanet edeceğimiz çocuklarımızın bizim yaşadığımız sorunları yaşamamasını ve doğru ve sağlıklı bir eğitim sürecinden geçebilmesini temin etmek için toplumun her kesimine büyük iş düşüyor.

Eğitim sistemini, ülkenin gündemine hâkim olan kutuplaşmalara, ideolojik saplantılara ve siyasi çıkar hesaplarına kurban etmeden, bilimsel yöntemlerle dönüştürmenin zamanı çoktan geldi ve geçiyor.

 

Abdullah ALPAYDIN

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ 

Author: Yönetici