“Orda bir köy var, uzakta,
O köy bizim köyümüzdür.
Gezmesek de, tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür”
Kutsi TECER
Cumhuriyetle beraber ne çok görev yüklenmişti köye ve köylüye. Gelişmeye ve modernleşmeye dair bütün umutlar/hayaller köy ve köylü üzerinde temerküz ediyor, makûs talihimizi ikbale tebdil edecek bütün tasavvurlar köy ve köylü üzerinden kuruluyordu. Hatta bu durum Cumhuriyet öncesinde; Batılılaşma macerasına gönül düşürdüğümüz süreçle eş zamanlı olarak uç veriyor, hangi saikle bilinmez, Tanzimat’la beraber aydınımız köye yöneliyor, edebi eserlerde köy ve köylü konu edilmeye başlanıyordu.
Aslında bizde modernleşme temayüllerinin belirmesi ile birlikte köyün, köklü bir ictimai değişimi/dönüşümü arzulayan/hedefleyen “entelijansiyamızın” nazar-ı dikkatini celp etmesi, belki de köy ve köylünün ham bir malzeme teşkil etmesi ya da köyün ve köylünün değişim ve gelişim karşısında içe kapalı, isteksiz ve adeta tarihin dehlizlerinde iptidai bir hayat sürer halde görüldüğünden, aydınlatılması/geliştirilmesinin elzem görülmesindendi. Her iki ihtimalde de değişimin köy ve köylüden başlatılması hususi bir önem arz ediyordu. Ahmet Haşim merhum “Gurabahane-i Laklakan” adlı eserinde belki de bu yüzden bütün iyilerin şehirde olduğundan söz ederek “…hâlâ köyün iptidai hayatına katlanmağa razı insanların mevcut oluşu şayan-ı hayret değil midir?” diye sorar. O’na göre, müstakbel medeniyette köyden eser kalmayacaktır.
Cumhuriyet döneminde Köy Enstitüleri ile ete kemiğe bürünen; köyü dönüştürme, çağdaşlaştırma, aydınlanmayı köyden başlatma, köyü ve köylüyü kalkındırma arzusuna matuf bütün çaba ve yaklaşımlarla merhum Haşim’in “istikbalde köyden eser kalmayacak” şeklinde bir arzuyu havi öngörüsü bir birinden bağımsız addedilemez. Aslında köyün, beşeriyet için izale edilmesi gereken bir ayıp gibi görülmesi ile köylünün modernleştirilmesi temelde köyün köy olmaktan çıkarılması manasına gelmekte idi. Bunun böyle olduğu o günden görülemezdi belki ancak bugün köyün ve köylünün ahvaline baktığımız zaman bu modernleştirme fikrini efkârı umûmiyede tedavüle sokan asıl niyeti daha iyi anlayabiliyoruz. Neyse, fazla derinlere dalmak bu yazının çerçevesini zorlamış olacağından biz satıhtan devam edelim.
Yozgat ilinin Çekerek ilçesine bağlı bir köy. Otuz-kırk yıl önceki halinden milim taviz vermemiş olan Yozgat- Tokat karayolundan iki kilometre içerde; gurbette Yozgatlı, Yozgat’ta ise her daim “muhacir” olan insanların yaşadığı, yüz küsur yıllık mazisi olan bir köy: Tipideresi. Halk arasında 93 harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı- Rus harbinden sonra, Ruslar Erzurum’a kadar işgal edince, bir zamanlar Ahıska’dan göçüp yerleştikleri Artvin İli Ardanuç ilçesi köylerinden “artık buralarda yaşanmaz, Türkiye’ye göçelim” diyerek, varını yoğunu terk edip aylarca yaya yol yürüyerek, Orta Anadolu’ya göçenlerin köyü… İşgal sırasında ve göç yolunda yaşadıkları bin bir trajediyi yüreklerine gömen ve nihai göçünü öte dünyaya yapmış insanların kurduğu bir köy. Köyün kurulmuş olduğu yer bir zamanlar çiftlik olduğundan Çapanoğlu ailesinden satın alınmış.
Ana yoldan sapıp solunuzda taşlardan dökülen mütevazı bir dere, sağınızda meşe ormanları ile sizi karşılayan manzara birkaç kıvrımdan sonra son dönemeçte mezkûr köy ile sizi karşı karşıya bırakıyor. Derenin iki yakasında, artık kendilerine hiç kimsenin ümit bağlamadığı her hallerinden belli olan, buraların bir zamanlar hürmet ve ilgi gören kavak ve söğüt ağaçları ve artık emeklilik dönemini yaşayan memur görünümü arz eden meyve ağaçları ile bir zamanların mümbit toprakları olan bahçeler var. Bahçe olmaktan çıkalı neredeyse çeyrek asır oluyor. Metruk oldukları her hallerinden belli. Bahçelerin biraz üzerinde, yeşiller arasında, bir zamanların toprak damlı evlerinin yerini çoktan kiremit çatılı evlere bıraktığı, üç küçük tepe üzerine kurulmuş bulunan şirin bir köy var karşınızda. Köyün dağa doğru devamında kır alanlar ve kır alanlardan pek farkı olmayan tarlalar var. Tarlalardan sonra bodur ardıç ağaçları ile karışık meşelik ve “en yüceler benimdir” der gibi, rüzgâr ile bir olup en serin, en sarhoş edici nağmelerini terennüm etmekten asırlarca usanmayan karaçam ormanı ve en nihayetinde; güler yüzlü, asil bir hane sahibi gibi karşınızda durup sizi karşıladığı hissi veren masmavi bir gökyüzü…
Biraz devam edip dere üzerindeki köprüden geçip hafif bir yokuşa davranarak köye vasıl oluyorsunuz. Köprü yapılmazdan evvel, kış ve bahar aylarında bu derenin nasıl geçilmez bir engele dönüştüğünü yaşayanlar bilir. Köprüyü her geçtiğimde komşumuz Hüseyin ağabeyin yeni aldığı dikiş makinası ile derenin diğer yakasında azgın sel sularının sükûn bulmasını beklediğini hatırlarım. Köye girişte sol taraftaki ilk evin sahibi olan Şehri dayı, her zamanki muzipliği ile gelen geçene sataşacak sanır bilenler. Onun evi biraz daha yoldan yukarıya çekilmiş ve artık toprak damlı değil. Şehri dayının evinden sonra onun amcaoğlu Kazım dayının evi vardı, yine solda. Tahta merdiveniyle çıkılan evin önündeki balkona benzer sahanlıkta, her geçene mutlaka bir sual soran Havva yengeyi ve çoğu kere sorduktan sonra cevabını kendisinin verdiği sualleri tahattur etmeden geçilmez. Burası köyün gümrük kapısı gibi idi adeta, buradan suallere cevap vermeden geçilmezdi. Bu tahta merdivenli ev duruyor ancak metruk, üst kısmında yeni bir ev yapılmış. İlkokul yıllarımda, yaz tatilinde birlikte çobanlık yaptığım Ali ve Mehmet ile beraber, tarlasının kenarındaki istinat maksatlı dizilmiş kocaman kayaları bayıra aşağı dereye yuvarlayıp tarifsiz bir keyif aldığımızdan mütevellit öfkesinden ötürü tepesinden duman çıkan Kazım dayı, iki bacağı iki yana açık bir halde ve iki eliyle tuttuğu sopasını omuzuna atmış olarak, hâlâ bizi beklermiş gibi geldiğinden, her seferinde hafif ürkerek oradan geçtiğimi itiraf etmeliyim. Sağ tarafta dut ağacının gölgelediği tahta merdivenlerden çıkılan, arka odası köyün bakkalı olarak hizmet veren Dursun dayının evinin yerinde yeller esiyor, dut ağacının da…
Biraz devam ediyorsunuz, caminin sağındaki yola dönüşte bir çeşme var, biraz arkasında ikinci bir çeşme… Art arda bu iki çeşmenin hikmeti nedir, bilmiyorum? Cami 1935 yılında inşa edilmiş, ahşap olan tavanı sökülerek betonarme yapılmış, orta kısmından hafif sarktığından secdeye kapanma arzusunda mı acaba, diye geçiyor insanın içinden? İnşallah secdedekilerin üstüne secdeye kapanmaz diyelim. Cami ile minarenin uyumsuzluğu dikkat çekiyor. Minare cami ile bütünleştirilerek yapılmamış ve çevre köylere göre daha geç yapılmış olması telafi edilmek istenmiş gibi camiye göre oldukça uzun, köye göre de… Camiyi çevreleyen taş duvarın sağ alt köşesinde, elektrik olmadığı zamanlarda ezan okumak üzere içeriden bir iki basamak var; duvarın üzerine çıkılıyor. Rivayet odur ki; köyümüzün bir zamanlar imamı olan Dursun hocanın babası Cevri dede bu köşede ezan okurken “Hayyealessalah” deyip sağa döndüğü sırada yolda yabancı kimseleri görür ve “Şu gelenler kimdir ula” diyerek ezana devam eder. Bu yüzden olsa gerek caminin önüne her geldiğimde sağ alt köşede ezan okuyan Cevri dede siluetini görür gibi olurum.
Bir zamanlar sakinlerinin yarısının ön adı molla olan köy, Cumhuriyetle birlikte zoraki bir dönüşüme evvela direnç göstermiş, sonra gönülsüz de olsa dönüşümü kabullenmek durumunda kalmış. 1950 sonrası aşama aşama oluşan göreceli refah ve özgürlük ortamı bu sefer tersine bir değişime imkân vermiş. Benim çocukluk yıllarımda erkeklerin başlarından zinhar çıkartmadıkları, jandarma erinden tutun da herhangi bir kamu görevlisi karşısına çıkarken saygı ifadesi olarak çıkartıp sol ellerinde tuttukları şapkayı artık yavaş yavaş çıkartmaya, onun yerine namazlarda kullanmaya da müsait çeşitli renklerde başlıkları kullanmaya başlamışlardı. Camide hep ön safta ve hüzün demine gark olmuş görmeye alıştığım Dursun emmimin sekiz köşe kasketten yeşil renkli bereye dönen başlığı bu değişimin simgesi gibiydi. Annemin amcaoğlu Duran dayımın şapkası için Köyümüzün demircisi Şuayip dedenin oğlu Akif ağabeyin: Duran abinin şapkası kadar Sorgun’da arsam olsa bana yeter, diye latife yaptığı anlatılırdı.
Cami avlusunun sol tarafında Kur’an mektebi dediğimiz bir oda vardı. Köy çocukları her yarıyıl tatilinde köyün imamından elif cüzünü ve namaz surelerini talim ederlerdi. Yine bir yarıyıl tatilinde burada iken, acil olarak hastaneye kaldırılan Recep dayının ölüm haberini aldığımızda, onun oğlu olan ve babasının ölümünden birkaç yıl sonra kendisi de vefat edecek olan, arkadaşım Dursun’un yüzünün kıpkızıl kesilen halini ömrüm oldukça unutamayacağım. Dursun birkaç yıl sonra, bir gece ansızın bir çığlıkla rahatsızlanmış ve Ankara’da vefat etmiş ve otopsi yapılacak denilerek cesedi ailesine verilmemiş; muhtemelen kadavra olarak kullanılmıştı. Annesi beni her gördüğünde yüreğinde bastırdığı Dursun’unun acısı yüzünde ve gözlerinde tebellür eder ve çoğu kere “yavrumun bir mezarı bile yok” diyerek gözyaşı dökmekten kendini alamazdı.
Cami ile evi arasında sadece yol bulunan Dursun enişte – eşi annemin amca kızı idi- erken vakitte İstanbul’a göç etmiş ancak muzdarip olduğu nefes darlığından dolayı tekrar köye yerleşmişti. Dört oğlunu trafik kazasında yitirip eliyle teker teker mezara koymak gibi ağır bir imtihanı yüklenen bu adam sanki köye, Türk köylüsünü kalkındırmakla ve aydınlatmakla ilgili edebiyatımızdaki bütün muhayyelâtı yüklenmiş öyle gelmişti. Onu tanıyanlar tatlı dili ve hoş sohbetini biliyor ancak sinirli hallerini yakından tanıyanlar biliyordu. Bu köyde Dursun isminin çokluğu dikkatinizi çekmiştir sanırım. Bir de Duran ve Durmuşlar var tabii.
Cami önündeki yoldan devam edince sol tarafta Hüseyin dedenin evi vardı. Çocukluğumda köydeki birkaç alaturka kiremitli evden bir tanesi idi. Bu aslında bir çatı altında iki evdi. Hüseyin dedenin iki oğlu ve onların yaşlı anneleri oturuyordu. Çocukluğumda onların anneleri Fadime nine ile biraz evvel bahsettiğim Dursun’un ninesi Hamide nine dünya kurulalı beri böyle yaşlı imişler gibi gelirdi bana. Biraz devam edince yokuşu bitirip okula varmadan sağ tarafta Âdem dayının evi vardı. Âdem dayı –Âdem Kâhya diye maruftu, kâhya unvanı ileri gelen kimseler, genellikle de muhtarlık yapmış kimseler için kullanılırdı- adeta köyün kaybettiği ihtişamın simgesi gibiydi. Her anlatıdan ona dair övücü ifadeler duyar ancak her şeyden geçmiş, debisini kaybetmiş yorgun ırmaklara benzettiğim Âdem dayıda anlatılan ihtişamı hiçbir dem göremez, hep taaccüp ederdim. Âdem dayının evinin karşısında İslam dedenin evi vardı. Onun hanımını zikretmeden geçemeyeceğim. Bir zamanlar sert esen rüzgârlar gibi yaşadığı rivayet edilen İslam dedenin eşi Muteber nine. Köyde ona “Möhtebar” derlerdi. Ne zaman ki şefkat ve merhamete dair söz açılır, onun adı mutlaka geçer hatırımdan. Köyde hiçbir garip kimse yok ki onun acımasından, merhametinden, yardımseverliğinden nasiplenmesin. Çocuklar onu hassaten çok severdi, zira bahçesindeki salatalıklar yolunduğu halde ortalığı ayağa kaldırmayan tek kadın her halde o idi. Oysa kimi kadınlar ne hikâyeler bulurlardı köyün çocukları bahçeye yaklaşmasın diye. Bahçelerde çocukları bekleyen cadılar, türlü canavarlar, meyvesini çalmak için tırmanan çocukları üzerinden atan cinli ağaçlar, daha neler neler… Tabi bütün bunlar köy çocuklarının haylazlıklarını engellemeye kifayet eder miydi? Etmezdi.
İslam dedenin evinin arka tarafında, sırtın ucunda Eyüp dedenin evi vardı. Eyüp dede bahar gelince köyün biraz uzağında, dere kenarındaki fasulye tarlası ve yanındaki çayırı beklemeyi iş edinir, soğuklar düşene değin sabah erkenden akşam karanlığına kadar orada beklerdi. Hep merak etmişimdir, Eyüp dede nasıl vakit geçirirdi? Onun tarlası civarına yaklaşmak kabil olmadığından o muhit başkaları için bir tür harem alanı gibiydi adeta; ayak basmak imkânı pek yoktu.
Köyün kurulu olduğu üç tepeden ortadaki tepenin üst kısmına yakın yerde bir ören yeri vardı ve orada bir ceviz ağacı… Annem, halamgilin ceviz derdi ona. Hiç meyve verdiğini görmemiştim bu ceviz ağacının, ta ki Elfida halanın oğlu Hüseyin dayı İstanbul’da emekli olunca gelip bu cevizin yanına ev yapana dek. Yıllarca hanesine misafir uğramamış birinin günün birinde teşrif eden bir yolcu için varını yoğunu ortaya dökmesi gibi, ceviz ağacı da kırk yıl sonra Hüseyin dayının kendisini yalnızlıktan kurtarmasına seviniyor, meyve veriyor.
Ceviz ağacının yalnızlığından söz edince bir küçük yalnızlıktan söz etmemek olmaz sanırım. Bir zamanlar okulu olan, cıvıl cıvıl çocuk seslerinin yükseldiği, çocuk neşesinin tabiatın neşesiyle bir birine karıştığı bu köyde Arif ağabeyin kızı Rabia’dan başkaca çocuk yok maalesef. Köye her vardığımda, bir arkadaşı olmadığı için evcilik oynayamayan, kendi yalnızlığını kendi çocukluğuyla hafifletmeye çalışan Rabia’nın yalnızlığı ile köyün ve köylünün yazgısı arasındaki benzerlik yüreğimi burkar, hüzünlenirim.
Köyümüzde Şuayip ustanın –onun da babasından ve dedesinden kalmış- demirci dükkânı vardı. Burası adeta masallardan zamanımıza kalmış bir yerdi. Karanlık, gizemli bir hali vardı. Sanki gündüzleri Şuayip ustanın çalıştığı, geceleri cinler ve perilerin kol gezdiği bir yerdi. Şuayip usta bizleri, demiri işlenecek kıvamına getirdiği ocağın yanına yaklaştırmazdı bir türlü. Ocağın arka bölümündeki körüğü bir türlü görmeye muvaffak olamaz, o gizemli bölümden ateşi harlayan şeyi merak eder, zihnimizde türlü tasavvurlar kurardık. Dükkânın yanında Ahmet Usta’nın köy odası varmış bir zamanlar. Misafirlerin ağırlandığı, köy erkeklerinin kış boyu her akşam toplandığı ve kadim sözlü/şifahi bir kültürün kuşaktan kuşağa aktarıldığı, gençlerin görenek kazandığı, sosyalleştiği köy odası… Bu odalarda kitaplar okunurmuş; destanlar, cenk kitapları, siyer kitapları… Birkaç köy odası daha var imiş köyde ve çoğunlukla odaya gelenleri ağırlama işini oda sahipleri üstlenirmiş. Çocukluk zamanlarımda, uzun kış gecelerinde köylüler birbirlerine akşam oturmalarına gider, Veysel dayı bu oturmalarda bildik teklifini tekrarlar: “Komşular gelin şu çay âdetini kaldıralım” derdi. Bu akşam oturmalarında, geçmişte köy odalarında kuşaktan kuşağa aktarılmaya devam eden sözlü kültür biraz değişik bir tarzda da olsa aktarılmaya devam etti. Veysel dayı çay âdetini kaldırtamadı ancak her evin bir televizyonu olunca akşam oturmaları da kalkmak durumunda kaldığından kimse kimseye çay ikram etmez oldu kendiliğinden. Kültür aktarımı diye bir mesele de kalmadı, zaten kültür filan da kalmadı aktarılacak.
Benim çocukluğumda köyde çok sayıda ören ve metruk ev vardı, hatta kimi evlerde ciltlerle eski yazı kitaplar terk edilmiş olduğunu görmüştüm. Sahipleri ölmüş, geride kalanlar da büyük şehirlere göçerken bu kara kaplı; Arapça ve Osmanlıca kitapların hamalı olmak istememişlerdi belli ki. Onlara sahip çıkamadığıma hala yanarım.
On dört yaşımda ayrıldığımda otuz hane olan bu köy vaktiyle seksen küsur hane imiş. Büyük bir kısmı terk etmiş olmasına rağmen yine de çocukları, gençleri ve yetişkinleri ile cıvıl cıvıl idi köy. Köyün altındaki derenin iki yakasındaki bahçelerden hayat fışkırıyor; türlü sebze ve meyve yetişiyor, köyün yamacında hemen her aileye ait bir üzüm bağı bulunuyor, güz gelince “bağ bozumu” denilen eşsiz seremoni gerçekleşiyor; üzümler toplanıp kazanlar kuruluyor, pekmez yapılıyor, bulgur kaynatılıyor ve damlarda kurutuluyordu. Hemen herkesin bir miktar büyükbaş hayvanı, bir miktar koyunu, keçisi, kümes hayvanları vardı. Sonra köy traktörle, diğer tarım makinaları ile tanıştı. Köye makinalar girdikçe insanlar çıkar oldu adeta. Köyden şehirdeki hastaneye giden kimselere geçmiş olsun için giden komşuların “doktor ne dedi “ sorusuna: “Tereyağı yemeyeceksin” dedi cevabı mutad oldu bir zaman ve insanlar şehirde buğday satıp margarin alıp köylerine döndüler. Tereyağından kıl çekilir gibi köye hayat veren ne var ise çekilip alındı köyden. Köy dedim ise sadece Tipideresi değil, bu ülkede bütün köy ve köylü aynı şeyi ufak tefek farklılıklarla tecrübe etmiştir/etmektedir.
Bugün on hane civarında yaz kış ikamet edilen hane var, sakinleri istisnasız elli yaşın üzerinde, geri kalanı yazları gelip kışları büyük şehre dönen, çocuklarının yanında eğreti durduklarını köy sevgisi ile setreden emekli ihtiyarlarla beraber otuz hane olan bu köy ölümü bekleyen bir görünüm arz ediyor. Benim her baharda gidip kendi iç âlemime dönük halde, bir başıma, dağ bayır gezdiğim, suların ve kuşların şarkısını dinleyip çiçeklerin saltanatını temaşa ettiğim, şehrin dağdağasından muvakkat olarak kurtulduğum bir liman olarak gördüğüm bu köy en genci elli yaşını devirmiş olan sakinlerinin kaderiyle ihata edilmiş durumda. Bu kader sadece bu köyün değil bütün köylerin ortak kaderi. Modernleşmeyi köyden başlatma, köyü kalkındırma retoriği köyün ölüm sıtmasına dönüştü adeta. Köyü öldürdük şehirlerimizi de köylerden müteşekkil ancak ne köy ne şehir olan bir keşmekeşe/ucubeye dönüştürdük.
Kısaca kendimizin olmayan bir rüya/hülya uğruna köyü öldürdük. Muasır medeniyetler seviyesine yükselmekti arzumuz. Bir ilerleme mitinin peşine gözü kapalı düşüverdik. Bu ilerleme nedir, bizim kendi toplumsal dinamiklerimiz ve değerlerimiz gözetilerek ilerleme nasıl olmalı, hiç düşünmedik? Ne yazık ki köyü öldürdüğümüz virüs şehri de iflah olunmaz bir veba gibi sarıp tarumar etti. “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olduk” desek mübalağa etmiş olmayız herhalde. Haşim merhum yaşasa da, havanın iyisini, suyun iyisini, gıdanın iyisini bulmak için köy aramak durumunda kalsa idi ” istikbaldeki medeniyet” hakkında ne düşünürdü acep?
“Orda bir köy var uzakta” mısraında simgeleşen, halka rağmen halkçılık yapmak gibi “köye rağmen köycülük” yapanlar, köyün ve köylünün ifnasını medeniyetin geleceği için elzem görenler, köyden şehre gelip ikbal merdivenlerini tırmanınca köylülüğünü utanılası bir kusur gibi setretme zarureti hissedenler! Gözünüz aydın, “köy” öldü. Onu yetmiş yıldır göç dalgalarıyla parça parça defnetmekte olduğunuz şehirler devasa birer mezarlık oldu. Eserinizle övünebilirsiniz!
Şaban ÇETİN