İnsanlık tarihi boyunca ekonomi, toplumsal düzenin en temel unsurlarından biri olmuştur. İnsan, doğası gereği ihtiyaçlarını karşılamak ve yaşamını sürdürebilmek için üretmek, paylaşmak ve değiş tokuş yapmak zorundadır. Bu süreç, zamanla karmaşık ekonomik sistemlerin doğmasına, toplumların yapısının ve kültürünün şekillenmesine yol açmıştır. Dolayısıyla ekonomi yalnızca paranın yönetimi değil, aynı zamanda insan ilişkilerini, toplumsal adaleti ve yaşam kalitesini belirleyen çok boyutlu bir olgudur.
Ekonomi, bireylerin günlük yaşamında doğrudan etkili bir güçtür. İnsan, çalışarak gelir elde eder, bu gelirle ihtiyaçlarını karşılar ve bir yaşam standardı oluşturur. Paranın bu süreçteki rolü, bir değişim aracı olmanın ötesine geçmiştir. Para, güven, güç ve statü gibi soyut kavramları da temsil etmeye başlamıştır. Günümüzde bir bireyin ekonomik durumu, çoğu zaman onun toplum içindeki konumunu da belirler. Bu nedenle ekonomi, yalnızca maddi bir araç değil, aynı zamanda sosyal ilişkilerin ve psikolojik tatminin de merkezindedir.
Toplumsal düzeyde ise ekonomi, devletlerin politikalarını, uluslararası ilişkileri ve kültürel değerleri derinden etkiler. Güçlü bir ekonomi, bir ülkenin bağımsızlığını ve refahını koruyabilmesinin temel şartıdır. Ekonomik istikrar, toplumsal huzurun ve adaletin sağlanmasında kritik bir rol oynar. Buna karşın ekonomik krizler, işsizlik, gelir adaletsizliği gibi sorunlar toplumda güvensizlik, kutuplaşma ve huzursuzluk yaratabilir. Bu nedenle ekonomi politikaları yalnızca rakamlardan ibaret değildir; insan yaşamına dokunan, sosyal yapıyı şekillendiren kararlardır.
Paranın toplum üzerindeki etkisi ise modern çağda daha da artmıştır. Tüketim kültürü, maddi değerlere dayalı bir yaşam biçimini öne çıkarmış, bireylerin mutluluk anlayışını bile dönüştürmüştür. Ancak paranın araç olmaktan çıkıp amaç haline gelmesi, insanın manevi değerlerinden uzaklaşmasına da neden olabilmektedir. Gerçek refahın yalnızca ekonomik büyüme ile değil, adalet, paylaşım ve dayanışma gibi değerlerle mümkün olduğu unutulmamalıdır.
Kapitalist sistem, tarih boyunca ekonomik büyümenin ve teknolojik ilerlemenin en güçlü motorlarından biri olarak görülmüştür. Serbest piyasa ilkeleri üzerine kurulu bu sistem, bireylerin girişim özgürlüğünü, özel mülkiyeti ve rekabeti teşvik eder. Ancak kapitalizmin bu dinamik yapısı, aynı zamanda toplumlar içinde derin gelir uçurumlarının oluşmasına ve kâr hırsının ahlaki sınırları aşmasına da yol açmıştır. Günümüzde ekonomik büyüme ile toplumsal refah arasındaki ilişkinin giderek zayıflaması, kapitalist sistemin sürdürülebilirliği konusunda ciddi soru işaretleri doğurmaktadır.
Kapitalizmin temelinde, bireylerin çıkarlarını maksimize etme güdüsü yatar. Bu anlayış, “kâr en yüksek değerdir” ilkesini ekonomik faaliyetin merkezine yerleştirir. Kâr elde etme isteği, yenilikleri ve verimlilik artışını teşvik ettiği ölçüde olumlu sonuçlar doğurur; fakat sınır tanımaz bir kâr hırsı, zamanla etik değerleri aşındırır ve sosyal adaleti zedeler.
Modern kapitalizmin küresel ölçekte genişlemesiyle birlikte gelir dağılımı eşitsizliği daha da belirginleşmiştir. Dünya Bankası ve OECD verileri, son otuz yılda zengin ile yoksul arasındaki farkın birçok ülkede derinleştiğini göstermektedir. Küresel servetin önemli bir kısmı, nüfusun çok küçük bir yüzdesinin elinde toplanmıştır. Dünya servetinin yaklaşık yarısı, dünya nüfusunun en zengin yüzde birinin elindedir. Dünya nüfusunun % 99’u ise servetin kalan yarısını paylaşmaktadır. Bu ortalama rakamlarla 100 katlık bir dengesizliğe işaret eder.
2024 yılında ABD’de fert başına düşen gelir 67.000 USD seviyesinde iken; düşük gelirli ülkelerde fert başına düşen gelir 2.400 USD seviyesindedir. 2024 UBS Küresel Servet Raporu’na göre Türkiye’de yetişkin nüfusun %70,6’sı 10.000 doların altında servete sahipken, 1 milyon dolar ve üzeri servete sahip olanların oranı sadece %0,1’dir. Analizi daha detaylandırdığımızda bu farkların çok daha büyük olduğunu görebiliriz. Bu tablo, “herkese fırsat eşitliği” vaadini taşıyan kapitalist ideolojinin pratiğe döküldüğünde nasıl bir çelişki yarattığını gözler önüne serer.
Kâr hırsının çevresel boyutu da giderek daha fazla tartışılmaktadır. Doğal kaynakların sınırsız kâr amacıyla sömürülmesi, ekolojik dengeleri bozmuş; iklim krizi, kapitalizmin “büyüme saplantısı”nın kaçınılmaz bir sonucu haline gelmiştir. Bu noktada sistemin yalnızca ekonomik değil, ahlaki ve ekolojik bir kriz içinde olduğu da açıktır.
Sınırsız kar hırsı odaklı systemin geldiği nokta şudur: 2024 yılı için dünya ekonomisinin büyüklüğü, nominal GSYİH bazında yaklaşık 111,3 trilyon Amerikan doları olarak tahmin edilmektedir. Yine 2024 yılı itibarıyla küresel toplam borç, kamu ve özel sektör borçlarının birleşimi olarak yaklaşık 323 trilyon Amerikan doları seviyesine ulaşmıştır.
Küresel GSYH, bir yılda dünya genelinde üretilen tüm mal ve hizmetlerin toplam değeridir. Eğer küresel borç bunun 3 katına ulaşmışsa, bu şu anlama gelir: Dünya ekonomisinde, bir yılda yaratılan toplam gelir miktarının 3 katı kadar borç birikmiştir. Yani dünya, üretiminden çok daha fazla borçla dönmektedir. Bu, hem devletlerin hem şirketlerin hem de hanehalklarının finansman için borca aşırı bağımlı hale geldiğini gösterir. Aşırı kar hırsının sonucu yaratılan aşırı tüketimin sonucudur bu durum.
Bu durumun olumsuz yönlerini şu şekilde sıralayabiliriz;
- Faiz ödemeleri arttıkça borç yükü katlanır.
- Yeni üretim yatırımları yerine borç servisine para harcanır. Yani, hükümetler asli görevleri olan eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve savunma yerine kaynaklarının önemli kısmını faize ayırır.
- Küresel faiz oranları yükselirse (örneğin ABD Merkez Bankası sıkılaştırma yaptığında), borçların çevrilmesi zorlaşır ve kriz riski artar.
- Zengin ülkeler düşük faizle borçlanırken, gelişmekte olan ülkeler yüksek maliyetle borçlanır; bu da eşitsizliği artırır.
Aynı olumsuzluklar şirketler ve bireyler için de geçerlidir.
Finansal sistemin yapısı, borçla büyümeyi teşvik ediyor. Paranın büyük bölümü aslında banka kredileri yoluyla “borç olarak” yaratılıyor. Yani bugünkü kapitalist sistemin motoru: borç. Sürekli borçla büyüyen bir ekonomi, bir noktada ya enflasyon ya da finansal krizlerle yüzleşmek zorunda kalır.
Diğer yandan, Küresel sermaye piyasalarının büyüklüğü, 2024 yılı itibarıyla $1.1 quadrilyon seviyesine ulaşmıştır. Küresel GSYH, bir yılda dünyada üretilen tüm mal ve hizmetlerin toplam değeridir. Sermaye piyasalarının büyüklüğü ise borsalarda işlem gören hisse senetleri, tahviller, türev araçlar, yatırım fonları ve diğer finansal varlıkların toplam değerini ifade eder. Bu büyüklüğün GSYH’nin 10 katına ulaşması, dünya ekonomisindeki finansal varlıkların değerinin, gerçek üretimden on kat daha fazla olması anlamına gelir. Bu, küresel ekonominin artık “finansallaşma” dönemine girdiğini, yani para ve finansal araçların kendi içinde dönen, üretimden kopuk bir değer sistemi oluşturduğunu gösterir.
1980’lerden itibaren serbest piyasa politikaları, deregülasyon (denetimlerin gevşetilmesi) ve teknolojik gelişmeler finansal piyasaları küresel ölçekte büyüttü. Finans sektörü, üretimden daha hızlı büyümeye başladı. Türev ürünler, hedge fonlar, özel sermaye fonları, algoritmik işlemler gibi yeni finansal araçlar piyasayı genişletti. Bu araçlar çoğu zaman gerçek ekonomik faaliyetlerle değil, diğer finansal ürünlerle bağlantılıdır. 2008 krizi ve COVID-19 döneminde uygulanan “parasal genişleme” politikaları (QE) küresel piyasaya trilyonlarca dolar likidite pompaladı. Bu likidite, üretime değil, varlık fiyatlarını şişirmeye yöneldi (örneğin borsalar, gayrimenkul, kripto varlıklar). Zengin kesimlerin serveti artık büyük ölçüde finansal varlıklardan oluşuyor. Bu durum, finansal piyasaları sürekli büyüten bir geri besleme mekanizması yaratıyor. Finansal varlık fiyatları artık reel üretim, istihdam veya gelir artışına dayanmıyor.
Bu durum “finansal balonlar” riskini artırır — fiyatlar, gerçek ekonomik değerlerden tamamen kopabilir. Kâr amacıyla yapılan kısa vadeli işlemler, uzun vadeli yatırımların yerini alır. Sermaye piyasası bir “kumarhane kapitalizmi” görüntüsüne bürünür. Finansal varlıkların değeri arttıkça, bu varlıklara sahip olan zengin kesimler daha da zenginleşir. Emek gelirine dayalı kesimler ise bu büyümeden pay alamaz — gelir dağılımı bozulur. Bu durum, kapitalizmin geldiği son aşamalardan birine işaret eder: “Üretim ekonomisi yerini finans ekonomisine bırakmıştır.” Yani dünya ekonomisinde artık değer yaratımı, fabrikalarda değil; borsalarda, türev piyasalarında ve dijital platformlarda gerçekleşiyor. Bu, kısa vadeli kâr motivasyonunu artırırken, uzun vadede sürdürülebilir kalkınma, istihdam ve refahın önüne geçiyor.
Refah artışı, sadece ekonomik göstergelerle ölçülemez; sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, altyapı, kurumsal yapı ve çevresel sürdürülebilirlik gibi çok boyutlu faktörlerin bütünleşik etkisiyle gerçekleşir. Bu unsurların dengeli ve adil bir şekilde geliştirilmesi, hem bireylerin yaşam kalitesini artırır hem de toplumun uzun vadeli refahını güvence altına alır. Kısaca, refah; ekonomik büyüme kadar, eğitime, sağlığa ve adil kurumsal yapılara yapılan yatırımdan da beslenir.
Borca dayalı ve aşırı finansallaşmış ekonomik sistem ve bunun yarattığı aşırı gelir adaletsizliği toplumsal yaşamı derin şekilde etkilemektedir. Artık hem ekonomik hem de sosyo-kültürel bakımdan rahat bir yaşam sürerken, bir ölçüde de tasarruf edebilen orta sınıf tamamen yok olmaktadır. Yerini, bir tarafta ultra zengin bir azınlık sınıfı diğer tarafta ise yoksulluk ve açlık sınırları altında yaşamaya hapsedilen bir çoğunluk sınıfı almaktadır.
Toplumların önemli kesimleri asgari ihtiyaçlarını karşılayabilmekten yoksun haldedir. Borca dayalı, aşırı finansallaşmış ekonomik sistem toplumu sömüren bir azınlık ve her bakımdan sömürelen bir çoğunluk yapısına dönüştürmüştür. Bu çarpık düzenin kaymağını her zaman küçük bir azınlık yerken; bedelini büyük halk kitleleri ödemektedir. Bu sistem dönemsel olarak krize girmeye mahkumdur ve kriz dönemlerinde fatura hep sabit gelirli zar zor geçinen halk kitlelerine kesilir. Örneğin, enflasyon (bu çarpık systemin doğal sonucudur!) dönemlerinde hemen faizler arttırılır, böylece parası olanlar paralarına para katarlar. Kurlar bastırılır, yurtdışından sıcak para ülkeye girer, dövizini yerli paraya çevirir, yüksek faiz getirisi sağlar ve göreceli olarak düşük kurdan tekrar parasını dövize çevirir ve gider. Onlar da paralarına para katarlar. Bu durumun yarattığı bütçe dengesizliği (büyük ölçüde ödenen yüksek faizler nedeniyle) nedeniyle sabit gelirlilerin ücret artışları düşük tutulur, vergiler, ki büyük ölçüde sabit gelirli kesim tarafından ödenmektedir, arttırılır, vs.
20. yüzyılın sonundan itibaren liberal demokrasi “tarihin sonu” olarak görülüyordu. Fakat 2008 küresel finans krizi, ardından gelen gelir adaletsizliği, göç dalgaları ve teknolojik dönüşümler; liberal demokrasilerin temel vaatlerini sarsmıştır.
Bu durum hem ekonomik hem toplumsal hem de çevresel açıdan sürdürülebilir değildir. Peki ne yapılmalıdır:
- Adil Vergi Politikaları: Gelir ve servet adil şekilde vergilendirilmelidir. Sabit gelirlilerin vergi yükü azaltılmalıdır. Yolsuzluk ve vergi kaçakçılığıyla etkin şekilde mücadele edilmelidir, kaynaklar etkin şekilde kullanılmalıdır.
- Eğitim ve Beceri Yatırımları: Eğitim fırsatlarını artırmak, kaliteli ve ücretsiz eğitim imkanları düşük gelirli bireylerin iş gücüne katılımını ve gelirlerini yükseltmesini sağlar. Mesleki eğitim ve dijital becerilerin yaygınlaştırılması önemlidir.
- Kurumsal Güçlendirme: Hukukun üstünlüğü, şeffaflık, hesap sorulabilirlik, güçlü kurumlar ve etkili sosyal güvenlik mekanizmaları, gelir dağılımında adaleti artırır.
Ekonomik açıdan güç sermayenin elinde olmakla birlikte toplumsal açıdan asıl güç çoğunluk olan ve de sömürülen halk kitlelerinin elindedir. Sonuçta, bu dengesizliği giderecek politikaları belirleyecek ve uygulayacak olan yönetimlerdir ve yönetimleri belirleyen de halktır. Bu halk kitleleri bilinçli olmak, taleplerde bulunmak, bunları ısrarla takip etmek ve denetlemek zorundadır.
Hatip SORGUN
SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ



























































































































