Asımın Gençliği

Bayezid Camii yakınları idi… Aniden bir otomobil orada durdu. İki kişi otomobilden üstünde örtüsü bile olmayan bir tabutu indirmeye çalışıyorlardı. Oradan geçen gençler meraklı gözlerle “Bu kimin cenazesi?” dedikleri zaman nereden bilebilirlerdi ki “Allah bir daha bu millete istiklal marşı yazdırmasın” diyen kişinin O olduğunu. Birden bir uğultu, haykırışlar, sesler semaya yükseldi: “Ah koca Akif! Bu yatan sen olamazsın!” buna yürekler dayanamazdı. Aniden, lokantadan birisi kendi bayrağını kapmış, o milli şairin üşümesini engellemek istercesine, kusurumuzu affet dercesine, seni tanıyamadık mahcubiyeti ile tabutunu örtmeye çalışıyordu. Görenler; “bu Mehmet Akif’in cenazesi imiş, ey üstad! Sağlığında sana sahip çıkamadık, bari ölümünde sahip çıkalım” diye düşünerek, bir anda Bayezid Camii’ni doldurmaya başlamışlardı. Ne yazık ki hiç bir resmi makamdan katılan olmamıştı. Ama eminim Mehmet Akif o büyük genç kalabalığı görüyordu, gayesine de ulaşmıştı.

Mehmet Akif Ersoy, 1. Türkiye Büyük Millet Meclisinde milletvekili olarak görev yapmıştı. Hatta Kur’an-ı Kerim’in Türkçeleştirmesi işini o Hafıza teklif etmişlerdi. 6-7 yıl onun üzerine de çok ciddi anlamda çalışmalar yapmıştı. Ama “Tanrı Uludur”  gibi hezeyanlar çıkaran zihniyetin gayesini anlamıştı. İçinde bir şüphe oluştu ve Diyanet İşleri Başkanlığı ile yaptığı sözleşmeyi feshetti. Yozgatlı İhsan’a vasiyeti vardı: “Eğer ben ölürsem, bu yaptığım çeviri eserim kimsenin eline ulaşmasın, onu yakın.”

O büyük üstad, memleketinde yanlış giden bazı şeyleri görmüş, Mısır’a yerleşmiş, oradaki bir üniversitede Türk Dili Edebiyatı dersleri vermiş. Hatta öyle maddi sıkıntılar çekmiş ki bunu hiç kimseye anlatmamış, yardım dahi kabul etmemişti.

Bursa’nın işgali üzerine yazdığı “Bülbül” şiirini ne zaman okusam duygulanırım. Hani, o Yunan askerleri Osmanlı Payitahtlarından olan Bursa’ya girmişlerdi. Mehmet Akif tüm milletimiz gibi bu durumu içine yediremiyordu. İçindeki duygularını “Bülbül” şiiri ile haykırıyordu. Şiiri yorumlayan Nihad Sami Banarlı, “Bülbül şiirinde kelimeler ağlıyor, millet ise kan ağlıyor” diyordu.

O ecdadımızı yalan yanlış anlatan filmlere bakıyorum da yine Mehmet Akif’in “Zulmü Alkışlayamam” şiiri aklıma geliyor.

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.

Biri ecdadıma saldırdı mı,  hatta boğarım!…

-Boğamazsın ki!

-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.

 

“Çanakkale Şehitlerine” şiirinde ise;

“Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhidi.

Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi.”

 Beni o kadar duygulandırıyordu ki… Çanakkale şehitleri ile Bedrin arslanlarını mukayese ediyordu, neden etmesindi ki? İslam’ın son kalesi de nerede ise düşecekti.

Mehmet Akif, gelecek nesli de tanımlıyordu. Haksızlığa susmayan, haykıran hatta bileği ile düzeltmeye çalışan bir gençlikten bahsediyordu. Vatanı, milleti için yaşayan bir gençlik istiyordu.

Ne zaman ümitsizliğe kapılsam, yine Mehmet Akif’in şiirlerine sığınırım, ümitsizliğim gider;

Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak.

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

Mehmet Akif bir kaç satırla nasıl anlatılır ki? Onu tanımak için şiirlerinde kaybolmak, eserlerini iyi okumak, anlamak ve yaşamak gerekir. Dilimize sahip çıkmalı, sadeleştirme adı altında, gençliğin dilini anlaşılmaz hale getirmemeliyiz. Sen rahat uyu üstadım. Asım’ın gençleri hep vardır, var olmaya da devam edecektir.

 

Prof. Dr. Hamdi TEMEL

Author: Yönetici