“Bir selam yolladım canan eline
Acep şu günlerde yetişir m’ola
Bülbül de hasrettir gonca gülüne
Kavuşur da bir kez ötüşür m’ola”
“Türkü dağarcığımızın meşhurlaşmış ezgilerinden biri olan, Hafız Süleyman tarafından taş plağa okunan, Sabahattin Ali’nin Ses hikayesine konu olan ve kayıtlarda “Canan Eli Bozlağı” diye yer alan” bu şiirin ne varlığından ne de şairinin kim olduğundan benim gibi sanırım birçoğunuzun da bilgisi bulunmuyor. Bu şiirin Çekerek’in Beyyurdu Köyü’nden gelip Yozgat’a yerleşen, genç yaşta vefat eden ve Nâzî mahlasıyla son derece romantik, duygulu ve içli bir sesle şiirler yazan Mustafa Nâzî’ye (1869-1902) ait olduğunu Sayın M. Öcal Oğuz’un Bozok Yazıları isimli Geleneksel Yayınları tarafından 2014 yılında yayımlanan kitabından öğreniyoruz. Sadece bunu mu? Elbette hayır… Yozgat denilince akla gelen veya gelmesi gereken, bu şehrin tanınırlığını sağlayan, örneğin Yozgat Çamlığı, Akdağ Ormanları, Saat Kulesi, Çapanoğlu Camii, Sorgun ve Sarıkaya Kaplıcaları,Testi Kebabı, Arabaşı, Tandır Kebabı, Hüznî Baba, Abbas Sayar, Kerkenez, Alişar gibi çok sayıda şahsiyetin, tarihi, doğal ve kültürel değerlerin varlığını ve Yozgat için ne anlam ifade ettiğini veya etmesi gerektiğini de…
Peki bütün bu değerler kimin aklına gelmeli? Yazar, bu soruyu sorduktan sonra şu çarpıcı gerçeği yüzümüze vuruyor: “Yozgatı ziyaret etmek isteyenlerin, Yozgat’taki kültür üzerine yazmak, konuşmak, düşünmek isteyenlerin aklına gelmelidir. İyi ama Yozgatlıların aklına gelmiyorsa, Yozgat’a dışarıdan gelenlerin aklına nasıl gelsin?”
İşte “Bozok Yazıları” isimli kitapta yer alan tüm yazıların, Yozgat’ın imgesi niteliğinde olan değerlerinin önce Yozgatlıların farkına varmasını sağlamak ve bu kültürel imgeler üzerinden şehre kimlik kazandıracak çeşitli çalışmalara insanları teşvik etmek amacıyla yazıldığını söylemek mümkündür.
Kitap, yazarının Yozgat gazetesinde 2002 ila 2014 yılları arasında yazdığı köşe yazılarından “zamana direnebileceğine ve gelecekte de okunabileceğine inanılan” yazıları arasından seçilerek oluşturulmuştur. Yaklaşık oniki yıllık süreçte yazılan bu yazıların akademik veya bilimsel bir kaygının veya kavganın ürünü olmadığı, Yozgatlı bir kültür çalışanının Yozgat’ın ve Yozgat özelinden hareketle Türkiye’nin gündemine gelen konulara kendi penceresinden ve göz ucuyla bakılmasından ibaret olduğu kitabın önsözünde, oldukça mütevazi şekilde belirtmektedir.
Herhangi bir gazetede köşe yazısı olarak yazılan yazıların bilahare bir araya getirilmesinden oluşan kitapları okumak birçok kişi için sıkıcı gelebilir. Ancak bu kitapta köşe yazılarının konuları itibariyle bir tasnife tabi tutularak gerek kendi içinde gerekse birbirleriyle anlamsal bütünlük taşıyacak şekilde bölümlere ayrılması, yazarının halk bilimi disiplini alanında çalışan bir akademisyen olmasının verdiği vukufiyetle konuları “tadında” bir bilimsel derinlikle anlatması, Yozgat’ın Sarıkaya ilçesinin Şıhlar köyünde (yeni adı Pınarkaya) doğup büyüyen yazarın yazılarında yer verdiği kültürel değerlerin anlamını, toplum içinde yerine getirdiği fonksiyonunu ve bu değerlerin kayboluşunu bizatihi gözlemleyerek yaşaması ve yazılara seçilen konuların ortak paydasının daima Yozgat olması, bu kitabı her Yozgatlının sıkılmadan okumasını sağlamaktadır.
Kitapta, yaşı 40’ın üzerinde olup da en azından çocukluğunu Yozgat’ta yaşayan herkesin gözlemlediği toplum hayatının “değerlerine”, kodlarına özel vurgu yapılmaktadır. Örneğin eski insanların hayatını resmi takvime göre değil de, mevsimlerin dönüşümünü, yani tabiatı gözlemleyerek yaptıkları “halk takvimini” esas alarak düzenledikleri belirtilmektedir. Bugün bize yılın dört mevsime ayrıldığı öğretilmiş olsa da, yazar, Yozgat’ta da bilinen ve kullanılan eski Anadolu Halk Takvimine göre yılın kış ve yaz olmak üzere iki mevsimden ibaret olduğunu, bu mevsimlerin Kasım Günleri ve Hızır Günleri şeklinde isimlendirildiğini, 179 gün süren kışın miladi takvime göre 8 Kasımda başlayıp 6 Mayısta sona erdiğini, 186 gün süren yaz mevsiminin 6 Mayısta başladığın ve bu tarihin aynı zamanda yeni yılın başlangıcı (yıl başı) olarak kabul edildiğini, bolluk ve bereketi ifade eden yazı Hızır’ın getirdiğine inanıldığı için Hıdrellez’in kutlandığını, Yozgat’ta eğrice veya ağrice de denilen Hıdrellezin bir bahar bayramı değil yılbaşı kutlaması olduğunu, zira mevsime dayalı döngüsel takvimlerin egemen olduğu her kültürde yeni yılın her zaman bahar mevsiminde geldiğini, yazın gelişinin tabiat gözlemlenerek tahmin edildiğini, bu anlamda yazın gelişini müjdeleyen işaretler bağlamında cemrenin havaya, suya ve nihayet toprağa düştüğüne inanılarak iklimde görülen yumuşamadan hareketle takvimlerin oluşturulduğunu, Yozgat’ta cemrelerle birlikte yazın gelişi hakkında Nevruza işaret eden Mart Dokuzu, Mart Dokuzunun Dokuzu, Cıba Buyduran Soğukları, Karıyı Kazana Sokan Soğukları, April Beşi olarak tesmiye edilen ve hep Hıdrellez öncesinde yaşanan soğukların tecrübe ile takvimleştirildiğini, bu takvim bilgilerinin “Ağustos soğuya soğuya kışı getirir, Şubat ılıya ılıya yazı getirir”, “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır”, “Kork Aprilin beşinden öküzü ayırır eşinden”, “İstersen yazı, bekle Hıdrellezi” şeklinde Yozgat’ta da kullanılan atasözleriyle gelecek kuşaklara aktarılmak suretiyle mevsimler hakkında onların da bilgilendirildiğini, ancak bugünkü eğitim sistemimizin bu değerleri yeni nesillere aktaramaması nedeniyle unutulup kaybolduğunu ifade etmektedir.
Kitapta, özellikle baharın gelişini müjedeleyen çiğdemlerin ve çiğdem etrafında oluşan ve çocuklar tarafından sürdürülen geleneklerin üzerine çok sayıda yazı bulunmaktadır. Çiğdemi görmenin Ramazan ayında hilali görmek gibi kutlu bir olay olduğunu belirten yazar, çocukların ellerinde kösküçleriyle çiğdem sökmeye gitmelerini, çiğdemin toplanmasını, çiğdem gezmelerini, çiğdemlerin verilerek elde edilen bulgurla (içine toplanan çiğdemlerde katılarak) pişirilen çiğdem pilavını, bu pilavın toplu halde yenilmesinin anlamını ve toplumda oluşturduğu kaynaşmayı çok güzel şekilde anlatmaktadır. Yozgat’ta çiğdem zamanı ortaya çıkan bu geleneğin yüzyıllardır sürdürüldüğünü ancak son 30 yılda çeşitli sebeplerle terkedildiğini, bugün bu geleneğin adının dahi yeni nesil tarafından bilinmediğini, bu kültür erozyonunun önüne geçilmesi gerektiğini, bu anlamda Yozgat Valiliği ve Belediyesinin organizasyonuyla 19 Mart 2011 tarihinde Yozgat’ta gerçekleştirilen Çiğdem Şenliğinin, bu geleneğin bilinmesi ve yaşatılması konusunda bir bilinç oluşturma çabası olarak önemli olduğunu, hatta Çiğdem Günü’nün UNESCO tarafından 2009 yılında İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Temsili Listesi’ne alınarak dünya mirası ilan edildiğini belirtmektedir.
Yazar, Hırıstiyan kültürünün bazı mitolojilere yaslanarak ürettiği ve sinema, tiyatro, televizyon ve edebiyat eserleriyle tüm dünyaya benimsetip kendi kültürlerine ait günlermiş gibi kutlanmasını sağladığı Noel Bayramı, Sevgililer Günü, Şükran Günü, Cadılar Bayramı gibi günlerin karşısında, bizim de tabiatı gözleyerek yaptığımız takvime göre oluşan ancak çeşitli bahanelerle ötekileştirerek unuttuğumuz 21 Martta Nevruz, 6 Mayısta Hıdrellez ve 20 Mayısta Mayıs Yedisi gibi günlerin olduğunu ve bu günlerin arkasında da Sevgililer Gününün miti olan Aziz Valentin gibi nice Aksakal, Pir, Hızır, Ermiş gibi hikayalerin bulunduğunu belirtmekte ve Yozgat dahil Türkiye’de yaşayan insanların kendi takvimini, kendi yeni yılını ve kendi hikayesini unutup Roma kültürünün ürettiği ritüellerin peşine düştüğünü, kendi ritüellerini unutan insanların başkalarınınkini öğrenmek durumunda kalmalarının normal olduğunu, zira çocuklarımızın örgün ve yaygın eğitim yoluyla Noel’i, Noel Baba’yı, Şükran Günü’nü öğrenmelerine rağmen, Boz Atlı Hızır’ı, Hıdrellezi anlatan bir filmin, bir dizinin, bir çizgi film veya romanın bulunmadığını, bu durumdan üzüntü duyduğunu belirtmektedir.
Türklerin en önemli değerlerinden birisi de dinî bayramlarıdır. Bu nedenle kitapta yazılan yazıların bir bölümü bayramlara ayrılmıştır. Bayram ve bayramlaşmanın anlamı ve toplumda oluşturduğu kültür, hayatın birçok iş ve olayının Ramazan ve Kurban bayramlarına göre planlanması, bu kültürün büyük kentlerde kayboluşu, özellikle dev apartmanlardan müteşekkil şehirler inşa edilirken futbol sahasını, çocuk parkını veya okul alanını düşünen belediyelerin kurban kesim alanlarını atlamaları ve dolayısıyla geleneksel bayram kültürünün yaşatılacağı yerlerin düşünülmemesi, bu anlamda kent içindeki Kurban ritüelinin yasaklanması ve kurban kesmek isteyenlerin kentlerin dışına çıkmak zorunda bırakılması suretiyle ailece yapılan kurban ritüelinin icra edilememesi, kentin dışında kesilip eve poşetlerle getirilen kurban etinin çocuklar nezdinde marketlerden temin edilen et derekesine indirilmesi, gelecek kuşaklara aktarılamayan kurban ritüeli nedeniyle çağdaş kentte Kurbanın ölüme mahkum edilmesi, özellikle medyanın kendi kültür dinamiklerini ötekileştirme ve batı kültür kodlarını içselleştirmesine dönüşen yayın alışkanlığı, günümüz insanının teknolojik alanda kaydettiği inanılmaz ilerlemelere rağmen, paylaşmaya, bölüşmeye, özveriye, yardıma ve nihayet insanlığa dair değer üretemediği, bayramların bu insani değerleri hatırlatması ve diri tutması gerektiğine yönelik tespit ve değerlendirmeler oldukça önem taşımaktadır. Bu tespitlerin halen büyük ölçüde geçerliliğini sürdürdüğü ve yazarın büyük bir özlemle andığı Şıhlar Köyünde yaşadığı bayram sabahlarının artık geri getirilmesinin mümkün olmadığı görülmektedir.
Kitapta köyden kente göçün köyde ve kentte oluşturduğu sorunlara ve bunun oluşturuğu değer erezyonuna yer veren çok sayıda yazı da bulunmaktadır. Anadolu insanının bir lokma kuru ekmeğe muhtaç olduğu kıtlık dönemlerinde karınlarını kökü buğday olan ekmek ve bulgur gibi yiyeceklerle doyurduğu ve bu nedenle doymak ile ekmek arasında güçlü bir bağın oluştuğu, üretimin tarım ve hayvanların yetiştirilmesi şeklinde biçimlendiği, camiinin etrafında köyünü veya kentini kuran, tasavvuf kültürünün kanaatkârlık, tevvekül, sabır, fedakarlık gibi anlayışlarla hayatını planlayan insanın zamanla kentlere taşınarak fabrikaların etrafında seri üretim ve artık üretim anlayışının geçerli olduğu yeni hayatlar kurduğu, bu yeni hayat tarzının köylülerin hayallerini de süslemeye başladığı, kendi gidemese de oğlunu mutlaka gönderdiği, oğlanın şehirde ya bir altın bilezik edindiği ya da okuyup devlet memuru olduğu, kızını dahi taliplileri arasından kentte yaşayanlara vermeyi tercih ettiği, böylece köy nüfusu günden güne azalırken kentin dolup taşmaya başladığı, birkaç kuşak köy ve kent arasında gidip gelerek her ikisini idare etmek suretiyle köyde üretilen ürünlerin şehre taşındığı, böylece büyüyen kentlerde sosyal patlamaların yaşanmadığı ve krizlerin kolay atlatıldığı, zamanla fabrikalar etrafında kurulan kentlerin de cazibesini yitirerek yerini hipermarketler etrafından toplanan kent hayatına bıraktığı, eskiden sanayileşmiş ülkelerin tarım ülkesi diye aşağıladığı ülkelerin şimdi bu ülkelerden tarımsal ürün ithal ettikleri, artık bir ülkenin gelişmişliğinin iyi paketlenmiş tarımsal ürünle ölçüldüğü, bir zamanlar Türkiye’nin tarım alanında kendi kendine yeten bir ülke olduğu, yerli malına insanların özendirildiği, bugün büyük marketlerde yerli olanın neredeyse sadece tüketiciler olduğu, Yozgat’ın binlerce yıllık tarım deneyiminin üstünde oturduğu, Yozgat insanının toprağı ekmenin ve üretmenin ne denli stratejik ve geleceğe yatırım özelliği taşıdığını kavramsı gerektiği, dünyayı yakın gelecekte bir tarımsal krizin beklediği, iki dekar tarlanın ve birkaç çinik buğdayın değerini o zaman daha derinden anlayacağımıza yönelik tespit ve değerlendirmelerin ne denli önemli olduğu açıktır.
Yazar çocukluğunun geçtiği Yozgat’ta eskiden (35-40 yıl önce) köylerin erkek ve kadınlarının birlikte tarlada buğday ekerek, üzüm bağlarını budayıp, belleyerek ve çubukların gözünü açarak, çeşitli sebze ve meyveler ekerek, hayvanları otlatarak, bahçeleri sulamak için setler açarak bahara canlı şekilde girdiklerini, çarşıdan pazardan sebze ve meyvenin hele hele ekmek, süt, yumurta ve peynirin hiç alınmadığını, bunların evlerde ellerde üretildiğini ve tüketildiğini, bugün Yozgat’ın köylerine yine bahar gelmesine rağmen evlerin yıkılmaya yüz tuttuğunu, koyun kuzu sesinin eskisi gibi duyulmadığını, bahçeleri ayrık otlarının sardığını, derelerden selin gelmediğini, bağların, kayısı ağaçlarının kesilmiş veya kurumuş olduğunu, birkaç evin dumanının tüttüğünü, köyde yaşayan birkaç kişinin de artık ekmek, süt, patates ve soğanı marketten aldığını belirterek, üretimin sembolü olan köylünün böylesine tüketim toplumuna dönüşürse memleketin halinin nice olacağını sormakta ve bu sorunun cevabını ya bağ bahçe zamanı kahvehanelerde kağıt oyunu oynayan köylülerin, ya da onları üretim yapmak yerine Dünya Bankası’ndan destek almaya alıştıran yönetcilerin mutlaka bildiklerini belirtmektedir.
Yazar kente göçün ve üç kuruşluk devlet kredisinin köydeki üretimi bitirdiğini, oldukça geniş olan Yozgat topraklarının bağsız bostansız, koyunsuz kuzusuz, arpasız yulafsız, daha da önemlisi göç nedeniyle insansız kaldığını, Yozgat’a yaz mevsiminin gelmesinin topraktan ve hayvanlardan sağlanan üretimi yok ettiğini, köylerde artık ne bağın ne de bağ bozumunun kaldığını, bütün bağların dağ olduğunu, dağlardaki hayatn da yok olduğunu, Yozgat ve köylerinin işsizler bölgesine dönüştüğünü, gençlerin sokakta, ellerinde cep telefonuyla mesaj yazarak, altlarında araba olanların da gezerek vakit geçirdiklerini, şehirlerde ve köylerde yazın açık olup iyi iş yapan onlarca kahvehane olduğunu, Yozgat’ta sigortası olmayana işsiz denildiğini, insanların devlet memuru olmak veya fabrikada çalışmak istediklerini tarımda çalışmanın artık kimseye cazip gelmediğini, Yozgatlı her gün Ankara’da sigortalı iş bulmak için kapı aşındırırken Yozgat’ın tarımının binlerce kilometre uzaktan gelen mevsimlik işçiler tarafından yapıldığını ifade etmektedir.
Yazar, 81 il içinde kişi başına düşen milli geliri en düşük iller arasında yer aldığını belirttiği Yozgat’ın yaşadığı bu ağır ekonomik sıkıntıdan kurtulmasına yönelik tespit ve önerilerini de ortaya koymaktadır.
Buna göre öncelikle Yozgat insanının günümüz üretim tüketim ilişkilerinin hangi işi yaptığı değil, işini nasıl yaptığı temeli üzerine oturduğunu kavraması gerekmektedir. Dört beş milyonluk başkentin hemen yanında bu kadar ihmal edilmeyi hak etmeyen Yozgat’ın, burada doğup başka yerlere giden evlatlarının dönüp Yozgat’ın perişan halini görmeleri, şehre el uzatarak abad etmenin çarelerini mutlaka aramaları gerekmektedir. Yozgat’ın tarımda çeşitlenmenin, seracılığın, kendine özgü lezzetli yerli üzümlerini geliştiren bağcılığın, meyveciliğn ve nihayet tarım endüstrisinin farkına varan ve bunu uygulayan birkaç eğitimli tarım öncüsünü çıkarması gerekir. Büyük şehirlerde kapıcı, bekçi, vasıfsız işçi, amele veya hademe gibi belli bir eğitimle kazanılmayan işlere en düşük ücretlerle talip olanlar ve hatta bu işleri bile bulamayanlar, büyük şehirlerde bir lokma bir hırka vaziyetinde yaşayanlar veya terk edilen bu alananın cazibesini keşfetmek isteyen yatırımcıların otlu-sulu ıssız köylere ve yaylalara yöneldiklerinde ne büyük bir hazine bulunduğunu fark edeceklerdir
Yozgat’ın içinde bulunduğu sosyal, ekonomik ve kültürel problemlerden kurtulması için üniversiteye de özel bir parantez açılmaktadır. Yozgatın geleceğini inşa edecek büyük projelerin üniversitede öğretim üyesi olan bilim adamları tarafından yapılıp uygulanması gerekmektedir. Üreten, günlük işlerini dürüstçe yerine getiren sıradan normal insanların yanında, sıra dışı, yaratıcı, masanın üzerine dünya haritasını koyarak düşünen, uluslarasası vizyon ve vitrin sahibi anormal derecede zeki ve çalışkan insanlara ihtiyaç vardır.
Yozgat, Ankaraya 200 km uzaklıkta olmasına rağmen kişi başına düşen yıllık milli geliri ve üniversiteye öğrenci yollamada ülkenin en alt sıralarında yer alması nedeniyle adeta dibe vurmuş durumdadır ve bir iki iş adamı dışında kimse yatırım yapmamaktadır. Yozgat’ta oluşan genel beklentinin gerek özel sektör gerekse devletin bütün yatırımlarını ekonomik alanda yapması yönünde olduğunu belirten yazar, bunun yanlış bir beklenti olduğunu ve bu ümitle eli kolu bağlı bekleyen Yozgat’ın tıpkı dünya sermayesini çekemeyen Türkiye gibi, büyük kentlerin sermayesini kendisine çekemediğini ifade etmektedir.
Yozgat’ta yerel yönetimlerin borçlu ve imkanları sınırlı olduğu için bir şey yapamadıklarını, özel sektörün gelmediğini, devletin fabrika kurmadığını, bu gerçeklerin defalarca dile getirilmesine rağmen durumun değişmediğini belirten yazar, Yozgatlilar olarak küçük şeyler yaparak işe başlamak gerekmektedir. Bu küçük şeylerin çoğunun bazen ufak bir finansal katkıyla gerçekleştirilmesi mümkündür Bu finans kaynaklarıyla Yozgat imaj oluşturabilir. Ve vitrin düzenleyebilir. İmaj ve vitrin reklam demektir. Yozgat özgün ve otantik yerel kültür değerlerine sahip bir ildir. Yozgat yerellğinden utanacağı yerde bunu pazarlamayı denemelidir. Yerelliği pazarlamak demek Yozgatın tarih ve folklor zenginliğini önce araştırmak, sonra da bunları uygulamalı halk bilimi disiplininin yöntemleriyle ulusala ve küresele sunmasıdır. Bunun anlamı Yozgatın herkes tarafından tanınan imgelerini iyi bir sunumla vitrine koymak, yerel ortamlarda unutulmuş olanlarının tanıtımını yapmaktır. Yirminci Yüzyılın başında yaşayan Hüzni Baba’nın evinin Yozgat Şairler ve Yazarlar Müzesine çevrilmesi, Yozgat kilimlerinin turizme sunulması, Yozgatın geleneksel evlerinin bir hafta sonunu bırada geçirmek isteyenler için otantik bir ortam olarak hazırlanmasına uzanan uygulama örnekleri imkanı vardır. Ancak kültürü pazarlamak, kültürlü olmayı gerektirmektedir. Kendi kültür değerlerinin farkında olmayan Yozgat’ın küçük şeyler denilen yerel kültürün bir ilçenin bir ilin veya bir ülkenin kaderini nasıl değiştireceğini bilmediği ifade edilmektedir.
Yazar bir başka yazısında Yozgat’ın kalkınmasına yönelik önerisini daha da somutlaştırmaktadır. Yozgatın 21. Yüzyılı ağır sanayi üretimi ile değil, akılda kalması için “3 T” şeklinde formüle ettiği tarım, termal ve turizm kaynaklı üretimle yakalayabileceğini belirten yazar, her bir alanda marka haline gelebilecek örnekler verdikten sonra, Yozgat’ın geleneksel bilgi sistemlerini ve üretim imkanlarını harekete geçiren organik tarımsal üretimi ve sanayii, termal kaynakları çıkış noktası olarak kurgulayan alternatif sağlık yatırımlarını ve zengin kültür varlıklarını kültürel özelliklerini iyi sunan bir kültür turizmi yaklaşımı ile 21. Yüzyılı değerlendirebileceği kanaatindedir. Yazar ayrıca “3 T” formülünün çok ayaklı, çok etaplı, çok inovatif çabalarla çok azimli, çok çalışkan, çok özverili öncülerle hayata geçirilebileceğini, bu faaliyete bütün Yozgatlıların inanmasının ve katılımının da önemli olduğunu vurgulamaktadır.
Yozgat’ın Hititlerden Osmanlıya kadar uzanan somut kültürel miras niteliği taşıyan varlıklara sahip olduğunu belirten yazar, Kerkenez harabeleri, Bozok yaylası, geleneksel mimariye göre inşa edilen Yozgat evleri ve konaklarının bunlar arasında bulunduğunu, keza Yozgatlı halk ozanları ve sanatçıları ile Yozgatla yolu kesişen şair ve edebiyatçılar adına açılacak “Yozgat Şair ve Yazarlar Müzesi” kurulmasını, bu önemli kişilerin eser ve çalışmalarının sergilenmesini, Çapanoğulları tarafından yapılan ve günümüze kadar gelen eserler, Karacaoğlan’ın Yozgat’taki mezarları, Yozgat Destanı’nı kaleme alan Hüzni Baba’nın yaşadığı evin müzeye dönüştürülmesi, bu suretle adı geçen saygın isimlerin Yozgat’ın imgesi haline getirilerek unutturulmaması, Nida Tüfekçi ve Abbas Sayar gibi önemli sanatçılar adına düzenlenecek anma toplantıları ve bilimsel çalışmalarla anılması, çağdaş kent tarihini, kültürünü ve geçmişini geleceğe aktaran ve geleceği yaratan kent müzelerinin kurulmasını, turizm temelli kalkınmanın kültürel unsurları olarak belirtmektedir.
Yozgat’ın çok sayıda somut olmayan kültürel mirasının da bulunduğunu belirten yazar, halen Yozgat’ta icra edilen demircilik, yorgancılık, kalaycılık gibi birçok geleneksel mesleğin yanında birdirbirinden, çelik çomak oyununa veya topaç çevrimeye kadar birçok çocuk oyunu, Çiğdem Gezmesinden, Nevruzdan, Hıdrellezden bağ bozumuna veya koç katımına kadar birçok geleneksel kutlama, arabaşından, testi kebabından, tandır kebabına kadar birçok yöresel imgesel yemek başta olmak üzere Yozgat’a ait sayısız halk kültürü konusunun yapılan çalışmalarla derlendiğini, kimilerinin yayınlandığını, Bozok Üniversitesinin kurulmasından sonra daha etkin şekilde Yozgat’ın somut olmayan kültürel mirasını derlemeye, araştırma ve yayın yapmaya başlayacağını, iyi tasarlanmış bir testi kebabı imgesinin, her hafta sonu Yozgat’a çevre illerden turist çekeceğini, doğudan batıya önemli bir transit kara yolu üzerinde bulunan Yozgat’ın bu güzergah üzerinde dikkate değer uğrak yerlerinden bir olmasının sağlanabileceğini, turizm için imgelerin çok önemli olduğunu, kentin yönetcilerinin o kentin imgelerini eğitim, kültür ve kültür turizmi yaklaşımıyla öne çıkaran çalışmalar yapması gerektiğini, kentin imgelerini kendisini ziyarete gelenlerin aklına, valizine ve midesine yerleşecek şekilde yeniden oluşturması ve yorumlaması gerektiğini ifade etmektedir. Bu çalışmaların en iyi yapılacağı yerlerin açık hava müzeleri olduğunu, müzelerde birkaç heykelle birkaç kırık çanak çömleğin değil, o bölgenin başta imgeleri olmak üzere bütün halk kültürü ürünlerinin sergilendiği, canlandırıldığı ve özellikle hediyelik eşya biçiminde üretilerek turizme kazandırııldığı yerlerin olduğunu da ilave etmektedir.
Kültür turizminin bir paket program şeklinde tasarlanması gerektiğini belirten yazar, Yozgat’ın başta testi kebabı olmak üzere bu pakete koyacağı çok sayıda kültür değerinin olduğunu, bunlar arasında Bozok yaylası imgesinin olduğu, Bozok yaylası çadır kenti kurularak, bu yaylada yüzyıl öncesi hayatın nasıl yaşandığını, neler üretilip tüketildiğini yer yatağını, horoz seslerini ve taze sağılmış keçi sütünü satmak, toprak damlı bir köy evinde bir masal gecesini, harman yerinde dönen döveni, değirmende öğütülmüş taze unu ve onun kokulu yufkasını satmanın zor ama imkansız olmadığını, ancak böyle mekanlarda testi kebabı sunulduğunda Yozgatın ziyaret edilebileceğini belirtmektedir.
Yazar, geçmiş uygarlıklardan günümüze kadar sözlü kültürle taşınan hikayelerle bezenmiş kültürel unsurların bölgeye turist çekmek bakımından son derece önemli olduğuna da vurgu yapmaktadır. Bu anlamda Yozgat’ın zengin olan doğal mirasını halkın dilinde halen yaşayan efsaneler eşliğinde sunması gerekmektedir. Örneğin Cehrilik Lalesi ve Gelin Kayası gibi miras alanları paha biçilmez efsanesiyle sunulması halinde cazibe merkezi haline gelecektir. Ancak yazara göre modernizmin ve salt gerçekliğin etksinde kalan Türk aydını son iki yüzyılda kendi mitolojisini, kendi fantastik edebiyatını, kendi hikaye ve masallarını saçma ve gerçek dışı bularak unutmuş veya unutturmaya çalışmıştır. Zeus’a, Afrodit’e, Noel Baba’ya Robin Hood’a, Romeo ve Jüliet’e tanıdığı yaşama hakkını, Ülgen’den, Umay’dan, Hızır’dan Köroğlu’dan, Ferhat ile Şirin’den Arzu ile Kamber’den veya Kerem ile Aslı’dan esirgemiştir. Anadolu halkının anlattığı hikayelerin en akla yatkını dahi Bremen Mızıkacıları Masalı kadar gerçekçi bulunmamıştır. İki yüzyıllık bakış açısının etkisinde kalan ve bütün eğitim süreçleri buna göre oluşturulan Türk gençleri de zaman içinde atalarının yarattığı fantastik edebiyatı, efsaneyi, masalları unutma yoluna girmiştir. Nitekim gençlerin Hızır’ın ve Köroğlu’nun Türkçe’de Tulpar olarak bilinen atlarının kanatlı olmasını saçma bulurken, Pegasusa bir şey demediğini, kendisine ait her anlatıya deneysel, bilimsel gerçeklik açısından bakarken, Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter veya Avatar’ı bu açıdan sorgulamadığını belirtmekte ve bu bakış açısının sona ermesi, sanat ve kültürden her türlü ideolojinin elini çekmesi bunların gerçeklik üzerinden değil, sanat ve kültür değerleri olmaları ve kültür turizminin bir aracı olmaları açısından ele alınması gerektiği ifade edilmektedir.
Yozgat Çamlığı, Sorgun ve Sarıkaya kaplıcaları da önemli turizm potansiyeline sahip doğal ve tarihi varlıklar arasında gören yazar, bu yerlerin oluşum efsanelerine ve özellikle Sarıkaya’daki tarihi hamamın yakın zamanda gözleri önünde nasıl yıkılarak yok edildiğini de büyük bir üzüntüyle anlatmaktadır.
Yazılarda çokça vurgulanan önemli bir konu da Yozgat’ın Ankara’ya yakın olması ve burada yaşayan nüfusun Yozgat’ta oluşturulacak çekim alanının en önemli muhatabı olarak görülmesidir. İki şehir arasındaki uzaklığın kısa zamanda sağlanacak hızlı tren ve otoyol gibi ulaşım imkanlarıyla bir sate indirilmesi halinde, Yozgat’ın hem merkezin uzağında hem de çekim alanında olacağı, böylece Ankara’nın yakın yerleri sıralamasında Beypazarı’ndan sonra yeni bir yakın yer doğacağı, burada yaşayan Yozgatlıların ve diğer kişilerin günbirlik Yozgata gelip giderek canlı bir turizm merkezi olabileceği belirtilmektedir. Yazara göre şayet Yozgat’a hızlı tren gelirse, doğaya, otantik kültüre, doğal ve oranik tarıma ve insan kalitesine doğru bu yolcuları taşımalı, Yozgat buna hazır olmalıdır. Bu yazıların yazıldığı 2014 yılının öncesinde hızlı trenin bir proje olduğu anlaşılmaktadır. Bugün hızlı tren seferlerine başladığına göre geçen yaklaşık 10 yıllık süreçte Yozgat’ın bu hazırlığı yapıp yapmadığını bilmemekteyiz. Yazarın hızlı trenin sadece turizme değil, Bozok Üniversitesine nitelikli öğretim üyesi ve öğrenci gelişini de kolaylaştıracağına yönelik beklentileri de önemlidir. Yazara göre hızlı tren ve diğer ulaşım kolaylıkları, Bozok Üniversitesini diğer üniversitelerde iş bulamayan hocaların ve diğer üniversitelere giremeyen öğrencilerin oluşturacağı üniversite omaktan kurtaracaktır.
Kendisi de üniversitede akademsiyen olan yazarın Bozok Üniversitesinin kurulması, gelişmesi, toplumdaki rolüne ilişkin yazdığı yazıların da önemli olduğunu belirtmek gerekir. Özellikle üniversitenin halkın arasına karışıp yerelleşmekten ve halkı küçümseyerek yabancılaşmaktan kendisini kurtarması gerektiğine, Yozgat’ın ve bölgenin teknolojik, bilimsel ve kültürel her türlü sorununa eğilen ve çözüm arayan bir yapıda olmasına, üniversitenin bizden olsun çamurdan olsun mantığı ile hemşehri veya politika kodlarına göre yapılanmamasına, Yozgatlı iş adamları, yöneticiler sahiplenrise hızlı bir gelişim göstereceğine, ancak Türkiye gibi Yozgat’ın da bilim konusunda bir zihniyet devrimi geçirmesi gerektiğine, bu anlamda Yozgatlıların üniversiteyi salt bilim için desteklemesi gerektiğine, emlak fiyatları ve kiraları artsın, nüfus çoğalsın, esnaf kazansın diye üniversitenin sahiplenilmemesi gerektiğine yönelik tespit ve değerlendirmelerinin son derece önemli olduğunu belirtmek gerekir.
Sonuç olarak, M. Öcal Oğuz’un “Bozok Yazıları” isimli kitabı Yozgat’ın tarihi, doğal ve kültürel değerleri, Yozgat’lı halk ozanları, şair ve sanatçıları hakkında eşsiz bir bilgi kaynağı özelliği taşımaktadır. Kitapta yer alan her bir yazıda yazarın halk bilimi disiplininde uzman bir akademisyen olmasının verdiği titizliği gözlemek mümkündür. Kitapta Çiğdem Gezmesi’nden Yozgat Gazetesi’ne, Çapar Ömer Ağa’dan Abbas Sayar’a kadar uzanan ve Yozgat’ı ve Yozgatlıyı ilgilendiren neredeyse tüm önemli olay, kişi ve olgular hakkında hem bilgiye hem de mitolojisine dair değerlendirmelere rastlamak mümkündür.
Şüphesiz bu inceleme yazısında Kitapta yer alan konuların hepsine değinme imkanımız olmadı. Ancak yazarın tüm yazılarındaki ana fikrin Yozgat’ı ve değerlerini unutturmamak, bunun gelecek kuşaklara taşınmasını sağlamak ve Yozgat’ı kendine dert edinmek olduğunu söylemek gerekir. Bir toplum ancak geçmişini, törelerini, değerlerini bilerek bugününü ve geleceğini sağlıklı olarak şekillendirebilir ve muhafaza ettiğini gösterdiği değerlerini geleceğe aktarabilir. Türk milleti bu yüzden “köklü” bir millettir. Çocuklarımıza köklerimizi ve değerlerimizi hatırlattığı ve önemsettiği için Sayın M. Öcal Oğuz’a geç kalmış bir teşekkür borçluyuz.
Ali Nadir
SORGUN DÜŞÜNCE KULUBÜ