Dünyamızın üzerine kurulu olduğu en kutsal, en mücbir, en muhik değerlerden birisi olduğunda hiç kuşku yoktur sevginin.
Varlık, hilkatini sevgiye borçludur. Varlık, muradını sevgide arar. Varlık, aslı ile kaim olmada sevgiye muhtaçtır. Varlık, mutluluğa koşmada sevgiye mahkûmdur. Sevgi, varlığın birliğidir.
Sevgiye dair özlenen bu değerlerin ilmek ilmek nasıl işlendiğini görmeyi bekledim, eseri okurken. Öyle ki, “Devekuşu Rosa”, bir sevginin romanı idi. Yazar, bu romanda, aranan sevgiden ziyade, kaybolan sevgiyi özletmiş okuyucuya farkında olmadan! Farkında olmadan diyorum, çünkü yazarın kastı, aslında bir sevgiyi resmetmek iken kendi dünya görüşü ve hayat tarzı zaviyesinden sevgi kavramını besleyen değerlerin niteliği ve hakikate nüfuzu kadar başarılı olabilmiştir.
Yazarın dünya görüşü ve hayat tarzı penceresinden sevgiye bakış; sevgiyi adeta bastırılan bir kadın karakterinin kabuğunu yırtarak aslında başkalaşmasına hapsetmiştir. Yaşadığı geleneksel kültürün dogmalarına, mahalle baskılarına ve ataerkil erkek hegemonyasına başkaldırı; buna mukabil kendi kişilik karakterini bulma, kendine ait öz güvenle dünyaya meydan okuma, kendi değerleriyle özgürlüğü arama ve bunun için herkese karşı mücadele verme hiç de kolay değildir bir kadın ruhu için. Klasik kadın ruhu ve kişiliğinden arınmadır bu mücadele. Eserde öne çıkarılan sevgi kavramı işte bu neo-klasik kadın ruhu, özgün kişiliği ve özgürlük arayışından çıkmış ve bu mücadeleye saygı duyma bağlamında kullanılmıştır. Saygı duyması beklenen ilk kişi de kadının birlikte olduğu erkektir. Bu erkek, partnerinin kişilik ve ruhi yapısını benimsiyor, destekliyor ve kadının bu özgürlükçü öz güvenine ve devrimci kişiliğine saygı duyuyorsa, kadın için sevgiye giden engeller kalkmış demektir. Aksi halde sevgi, Kaf dağının arkasındadır.
Roman kahramanı Gül’e göre özgürlük kişinin kendi yeteneklerini, eğilimlerini, beğenilerini serbestçe geliştirebilmesidir. Ancak bu toplumsal bir düzen sorunudur. Kişi özgürleşmedikçe sevemez. Ayrıca özgürlük bir devrim işidir, bunu önce kendi içinde yapamayan başkasını nasıl özgür kılabilir?
Klasik kadın üzerinden değerler ve toplumsal düzen sorgulanırken, Doğulu kadın vurgusu yapılmıştır sıkça. Doğulu kadın, tek başına yaşamaya göre yetiştirilmemiştir, Batılı bir kadın algısında. Batılı kadına göre, kocalarından ayrılan Doğulu kadınlar ya bunalıma düşerler, ya da kötü yola. Bir hayli sorunlu olan bu bakış açısının yön verdiği romanda, ciddi tenakuzlara rastlanmaktadır. Babası belli olmayan çocuk anası olmayı ahlak ve sevgi zaviyesinden normal karşılayan Batılı kadının, geleneksel kültürün mağduru Doğulu kadını sorgulaması anlaşılabilir bir durum olmasa gerek. Diğer yandan, sinkaflı, aklı dümura uğratan alkollü, nikâhın önemli olmadığı birliktelikli, köpeğinin ismini “Ali” koyacak kadar milli ve manevi değerlere saygıdan uzak, tarihle bağları kopuk, denetimsiz, nasıllığı tartışmalı, devrimci bir yaşam tarzının, doğudan yükselen ışığı algılayamadan, doğudan yükselen insanlık güneşinin sıcaklığını hissedemeden, yaradılışın sırrına vakıf olamadan, vahyin künhüne sevtap olamadan, kendi sırrını da algılayabilmesi muhaldir. O halde, kültürel dogmaların esiri Doğulu kadının salt antitezinden doğru bir kadına ulaşmak mümkün olmadığı gibi, buradan kadının kendi kişiliğini bulması ve kendi özgürlüğüne kavuşması da beklenemez.
Almanlar gibi baskısız, denetimsiz, dilediği gibi yaşama arzusu ve Almanların bile kendileri gibi görmelerinden övünç duyma duygusu Gül’ün sevdası olmuş eserde. Devrimci, ithal kişilikli ilerici bir kadın ruhu, özgürlüğün kapısını aralamış demektir! Kadına bakışta ilerici bir yan göremediği için bizimkilerden ayrıldığını vurgulayan Gül’ün aradığı, bu yeni kişiliğe saygı duyacak bir erkek ruhu ile ruh ikizi olabilmektir. Gül’e göre sevginin adı budur. Gül, aradığı sevgiyi, gel gitli, dolambaçlı ve uzunca maceralı olsa da Metin’de bulduğunu zannetmektedir. Fakat Gül’ün aradığı sevginin tek taraflı olduğu, aslında Metin’deki ruhun, Gül’deki ruhla örtüşmediği, Metin’in Doğulu erkeğe yenik düşeceği, Doğulu kadını anlamakla birlikte Doğulu erkeğin de sevgiye giden yolda özgür olmadığı gerçeği ortaya çıkacaktır.
27 Mayıs öncesi 1950’li yılları yansıtan romanda, o dönemin öğrenci hareketleri içinde aktivist olarak yer almış arkadaşları Gül’ü; inandığı devrim yolunda inatçı olmasıyla devekuşuna ve uğrunda savaştığı devrim mücadelesinde 1919’da kanala atılarak öldürülen, yine sevdiğini aynı yerde kaybeden, düşüncesinden ve sevgisinden ödün vermeyen Dr. Rosa Lüxemburg’a benzetmişlerdi. Gül de bu benzetmeden çok hoşlanmış “Devekuşu Rosa” olmak, onu diğer kadınlardan ayıran önemli bir simge haline getirmişti.
Yazar, simgelerle betimlemeye çalıştığı roman kahramanı üzerinden, sahip olduğu hayat tarzı ve değerlerinden yola çıkarak, sevgisinden ve devrimci düşüncesinden ödün vermeyen, sevdiğine bağlanan ve ondan bağlılık bekleyen, sevmek için gerekirse ait olduğu kültürden soyutlanarak özgün kişiliğiyle özgürleşen, özgürlüğü denetime tabi olmayan, inandığı düşünceyi ve sevgiyi ancak ölümle noktalayacak bir kişiliği oluşturmaya çalışmıştır.
Aranan sevgi mücadelesi, sevebilme ihtimalini taşıyan karşı cinslerin hayal kırıklığı yaratması ile noktalanınca, sevgiye dayalı bir dünya düzeninin kurulmasının ne kadar zor olduğu ortaya çıkmış oluyor. Aranan sevginin özlenen sevgi olmadığı, özlenen asıl sevginin inşası olmadığı sürece de eserde aranan sevgiyle, beklenmedik hayal kırıklıkları yaşanmasa bile özlenen adil ve mutlu bir düzenin kurulamayacağı gerçeğini kabul etmemiz gerekiyor.
SALİH AÇAN
SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ