Kitap İncelemesi: “İğdeler Sokağı”/ Rauf Yücel

Prof. Dr. Rauf Yücel, mesleki çalışmalarının yanı sıra küçük hikayeler ve şiirler de yazıyordu. Hikayeleri “Bozok Yaylası” adlı yerel bir dergide, şiirleri de zaman zaman “Sorgun Postası” gazetesinde basılırdı. Sonunda, edebiyatçı dostu Prof. Dr. Birol Emil’in teşvik etmesiyle 1999 yılında “Sevdiğimi Demez İsem” adlı ilk şiir kitabı, 2011 yılında da “Gezilerden Dizelere” adlı ikinci şiir kitabı yayınlandı. Emekliliğinden sonra anılarını yazmaya başlayan Yücel, kitabına “Sorgundan Çıktım Yola” adını vermiştir. Bu serinin birinci cildi  Eylül 2013, ikinci cildi 2015, üçüncü cildi 2017 yılında bastırıldı. Daha sonra hazırladığı “Sorgundan Yetişen Değerlerimiz” adlı biyografik çalışması, 2019 yılında tamamlanmıştır. “İğdeler Sokağı” romanı 2023 yılı başında bastırılmıştır.

Okuma şansı bulduğum İğdeler Sokağı Romanı 592 sayfa ve numaralandırılmış 36 bölümden oluşmaktadır. Yazarın daha önceki eserlerinde olduğu gibi benzer üslubunu bu romanda da görmekteyiz. Roman, anlatılan dönemi, yaşanan olayları ve mekanı detaylı bir şekilde betimlemektedir. Akıcı bir üslupla yazılan kitabı okurken nasıl bittiğini anlamıyorsunuz. Bir kenarda yaşananları izliyormuşsunuz hissi uyandırmaktadır. Bu his kitabın sayfaları arasında hızlı geçiş yapmanızı sağlıyor.

Hikaye, Çolak Hamdi Bey’in Tokat’tan zorunlu kaçışı ve yolunun Akdağmadeni Muşallim köyüyle kesişmesiyle başlar. Hikayede anlatılan kişilerin fiziksel ve kişilik özelliklerini, yaşadığı yeri, yaptığı işi anlatan yazar hayal dünyanızda bir kişilik oluşturmaya yardımcı oluyor. Yazar yaşananları öylesine güzel tasvir ediyor ki okuyucuya olayı bizzat yaşatıyor.

“Ateşin başında; saçı sakalı birbirine karışmış, vahşi görünümlü, iri yarı bir adam et pişiriyordu. Bizi görünce, beklenmeyen bu iki atlı nerden çıktı der gibi, biraz tedirgin, ayağa kalkıp karşımıza dikildi. Selamın üzerine sanki biraz sakinleşmişti. Yağmurda ıslandık ve çok üşüdük. Kadışehri’ne gidiyoruz. Senin ateşi görünce buraya saptık hemşehrim dedim. Karımı da yanımda görünce, artık kendisine bir zarar gelmeyeceğini düşünmüş olmalı ki bizi ateşin önüne buyur etti. Üç metre ötede basit bir kulübe ve içinde bir şilte gözüküyordu. Atları kulübe yanındaki bir çalıya bağladık, yamçıları da kurusun diye ateşin önüne diktik. Pişirdiği etlerde bize de ikram etti. “Tek başına niye burda yaşıyorsun?” diye sorduğumda, ‘boş ver’ der gibisine elini havaya salladı, ‘O, uzun hikaye’ dedi. Bu durum beni biraz ürkütmüş olsa da, ‘kim bilir başından neler geçmiştir?’ diye düşündüm. Alevlerin harı azalınca, kulübesine girip bir avuç odun getirdi, onları birer birer ateşin üstüne atmaya başladı. Birden enseme bir odun darbesi yedim…”

Roman, bin dokuz yüz otuz ile bin dokuz yüz yetmiş beş yıllarını kapsayan Sorgun ve civarındaki sosyal ve ekonomik hayatı, insanlar arasındaki kültürel ilişkileri anlatmaktadır. Ülkenin içinde bulunduğu durumun insanlara yansıması, askerlik süresi, düğünler, kız istemeler, miras paylaşımıyla tarlalarının bir kısmını kız kardeşlere isteksiz de olsa veren Nazım’ın Alamanya’lara gidişi, yıllar geçtikçe gelişen kasaba ve hayata dair her nokta yazarın kaleminden akmaktadır.

Romanda güzün yapılan pekmezi (Her çeşidini, nasıl yapıldığını ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır. Bu beyaz pekmez böyle mi oluyormuş demekten kendimi alamadım), üzümün hangi yöreden geldiğini, kadınların imece usulü toplanıp tandırlarda ekmek etmesini, Ayrıklı’daki bahçelerden sebze, meyvelerin toplanmasını, kışlık hazınların hazırlandığını görmekteyiz.

“Sorgun’da hemen hemen tüm haneler, memurlar ve işçiler hariç, her türlü meyve ve sebze ihtiyaçlarını karşılar, hiçbir zaman çarşıdan böyle şeyleri satın almazlardı. Bu durum, sadece meyve ve sebzeler için değil, et, süt, yoğurt, tereyağı, peynir, yumurta gibi hayvani gıdalar için de geçerliydi. Her evin sağımlık ineği, koyun ve keçisi olur, böyle olunca çok nadir bir şeydi kasaptan et almak.”

Her şeyin sanki yaşanırcasına detaylandırıldığı kitapta, dönemlerin getirisi ve götürüsü gözler önüne serilmektedir.

“Demircilik sanatı ise, eski klasik ‘sıcak demircilikten’, kaynak makinelerinin kullanıldığı ‘soğuk demirciliğe’ evriliyordu. Evlerde ve mutfaklarda kullanılan bakır eşyaların yerini alüminyum, plastik, emaye, porselen ve çelikten kapların almasıyla, bakırcılık, kalaycılık, lehimcilik gibi zanaat dalları da yavaş yavaş yok oluyordu.”

Bize ait olan ve yaş olarak çokta fazla göremediğimiz kültürel, sosyal, ekonomik etkileşimi etkili üslubuyle bize aktaran Ruaf Hocaya çok teşekkür ediyorum.

Yasin AĞAN

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ 

Author: yasin66
İsim: YASİN AĞAN