Formasyon Yollarında – Türküler | Şaban ÇETİN

Otoparktan yürüyüp, metroya inmek üzere asansöre yöneliyorum. Birazdan asansöre bineceğim, önce Türkçe, sonra İngilizce olarak “kapı kapanıyor”, “kapı açılıyor” şeklinde uyarılarda bulunacak dijital hanımefendi. Asansörden metroya giden uzun koridora çıkacağım. Yukarıdaki gün yüzü gören âlemi, bir yığın telaşeyi, hercümerci geride bırakıp kuyuya düşer gibi yerin altına inerken koridorun öbür ucunda hangi nağme karşılayacak beni. Hangi türkü kollarına alıp bir müddet, merdiven başından derin düşüncelerin girdabına havale edecek beni? Kim bilir?

Asansörden koridora adım atıyorum. Bağlama çalıyor, koridorun diğer ucuna yakın bir yerde;  sol duvar dibinde. Bir konağın cümle kapısı önünde, beklenen misafirleri karşılayıp konağa kadar eşlik eden iki nedime gibi; bağlama sesi ve ona eşlik eden türkü dizeleri karşılıyor beni. Önce teller konuşuyor; “Gayrı dayanamam ben bu hasrete / Ya beni de götür ya sen de gitme / Ateşi aşkına canım yakma çıramı / Ya beni de götür ya sen de gitme” Tellerin ne dediğini anlıyorum. Tellerden anladıklarımı şimdi icracı söze döküyor. Türkünün dizeleriyle beraber dış dünya, denize açılan bir geminin güvertesinden izlenen rıhtım gibi küçülüyor, küçülüyor ve siliniyor zihnimden. Ah bu türküler! Bir milletin acılarıyla, sevinçleriyle, sevdalarıyla, hüzünleri, kederleri, hasretleri ve gurbet yangınlarıyla; bütün bir yürek çırpınışlarını, ıstırabın bin bir tonunda harelenmelerini, sükûnetini, hülâsa bir milletin bütün bir serencamını damıtılmış bir usare gibi mercan bir kadehte; bâde-i aşk gibi getirip önünüze koyan türküler.

Bir kısmını yine metroda okuduğum Azeri yazar Anar’ın  “BEŞ KATLI EVİN ALTINCI KATI” adlı romanın tesirinden uzun süre kurtulamadığım aklıma geliyor. Sebebi işte bu türküler. Yazarın, romanın kurgusu içerisine ustaca yerleştirdiği; o, billur bir avize gibi insanın içine hüzünlü bir ışık zekr eden nağmeler. Günlerce dilime/zihnime dolanan Azeri Halk Türküsü: Laçin. “Araz akar lil ile / Deste deste gül ile / Men yârimi sevirem / Şirin şirin dil ile”  Türkülerin, nasıl olup da hayatın mühim dönemeçlerini, dizeler vasıtasıyla, bu denli maharetle işaretleyebilme kudretine sahip olduklarına şaşmaktan kendimi alamıyorum. “Gırmızı gül sarı gül / Bahçaların varı gül / Geç açıldın tez soldun / olmayaydın barı gül”  Ne kadar da sade ve ne kadar derin. “Küçelere su serpmişem / Yâr gelende toz olmasın / Eyle gelsin eyle gitsin / Aramızda söz olmasın” ne kadar duru, ne kadar zarif ve bir o kadar da muhteşem türküler. Artık köylerde bile sokaklar asfalt olmasa idi “yar gelende toz olmasın” için sokaklara su serpecek sevgililer bulunur muydu dersiniz?

Nedendir bilmem, yerin altına indikçe içimde farklı ufuklar açıldığını hissediyorum? Dışarda düşünemediğim, belki düşünmeye fırsat bulamadığım bir sürü düşünce, tutup ellerimden, yerin altında bir âlemden bir âleme sürüklüyor beni. Ortamın kapalılığına karşılık zihnimin açıldığını hissediyorum. Kardeşlerinin kuyuya attığı Yusuf’u (As.) düşünüyorum, sonra O’nun ikinci kuyusu olan zindanı; medrese-i Yusufiyeyi… Sanki bizim kuyumuz ve zindanımız yukarıda gibi geliyor bana, siz ne düşünürsünüz bilmem ama?

Metroda Köy Enstitüleri ile ilgili bir makale okuyorum.  “Eğitmen kurslarında yetişecek eğitmenler için devrin yazarları: Köye ışık tutacak köylüler, cehalete karşı yiğitçe savaşacak köy Alpleri, gibi nitelemeler kullanacaktı.” “Ulusu, yüzyılların eseri geri kalmışlıktan kurtarmak…” “Türk köylüsünü çağ dışı bir yaşamdan kurtarıp, çağdaş uygarlık düzeyine kavuşturmak…” “Laiklik ilkesiyle artık, dinsel inanç bireyin vicdanına ve özel yaşam alanına çekilmekte, dinsel ahlâkın yerini iş ahlakı ve bilimsel ahlak almaktaydı.” “Halk inanç ve kültürünü millileştirmek…” Bu satırların altını çiziyor ve tekrar tekrar okuyup, uzun uzun düşünüyorum. Çanakkale’de, Galiçya’da ve daha nice cephelerde yüzbinlerce evladını feda etmiş; aydınlarımızın (!), hangi büyük devletin mandasını kabul etmeliyiz, sorusunu tartıştığı bir vasatta, bütün yoklara rağmen, tevarüs ettiği kadim maneviyat ve milli ruh ile sarıldığı Anadolu yarımadasını yedi düvele karşı müdafaa edip Milli Mücadele’yi başarıyla intaç ettiren; köylüsü, kasabalısı ve şehirlisi ile bu halkın inanç ve kültürü demek ki milli değildi! Cehâlet karanlığında,  “aydınlığa” kavuşabilme istidadına dair yalnız gözleri parlıyordu adeta halkımızın!  Milli mücadeleyi yapan bir halk nasıl cahil olurdu? Sivas ilinin, Şarkışla ilçesinin, Sivrialan köyünden; yedi yaşında gözlerini kaybetmiş, okuma yazma bilmeyen, “Kar suyundan süzen çeşme göl olmaz / Gül dikende biter diken gül olmaz / Vız vız eden her sineğin bal’olmaz / Peteksiz arının balı yalandır” diyen Âşık Veysel Şatıroğlu nasıl cahil sayılabilirdi? Üstelik kendisine Köy Enstitüleri’nde dersler verdiriliyordu. Cepheye, annelerince ellerine kına yakılarak gönderilen; köyünden başka yer görmemiş delikanlıların, yavuklusunun verdiği mendille düşmanının yarasını sarmaktan bile içtinap etmeyen ruh yüceliği, okuma yazma bilmiyor diye nasıl cühelâ sınıfına yazılabilirdi?  İşte, yine bir türkü ilişiyor zihnime sorular arasından “Çanakkale içinde vurdular beni / Ölmeden mezara koydular beni / Gençliğim eyvah!” Ruhumu sarhoş eden türkülerden, sonunu bir türlü bulamadığım düşüncelerden güçlükle metro vagonuna avdet ediyorum.

Bazen çevremdeki insanlara dair bir düşünce belirir zihnimde. O, yanı başınızda gördüğünüz ya da sizi fark bile etmeden savuşup giden insanların, nihayetsiz derinlikte bir kuyu olduğunu düşünmüşümdür zaman zaman. Gördüğünüz, bir birinden apayrı her bir sima, içinde, belki kendilerinden başka hiç kimsenin hiçbir vakit tam olarak mülaki olamayacağı sırlar, umutlar, kederler ve türlü türlü hikâyeleri saklayan birer kuyu gibi görünür bana. Kuyunun içindeki karanlık ile dışarıdaki ziyanın müştereken oluşturduğu bir perdeden başka hiçbir şey göremezsiniz. Ancak belli ipuçlarından bazı tahminlerde bulunabilirsiniz. Vagon boyunca göz gezdiriyorum; ne çok kuyu var. Bu neşesiz, donuk yüzlerde, bu dipsiz kuyularda ne hikâyeler, ne gizler, ne kederler, ne acılar var kim bilir?

İneceğim durağa gelmişim. Düşüncelerin helezonlarında dağılan zihnimi toplamak arzusu içerisinde merdivenlerden çıkıp uzun koridora yöneliyorum. Mızrap ile curanın tellerini konuşturuyor yaşlı amcamız. Bu kez Veysel’e tercüman oluyor teller ve ona eşlik eden bu yaşlı icracının dudağı ve dili: “Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece / Bilmiyorum ne haldeyim / Gidiyorum gündüz gece” diyor. İnsan nasıl bir varlık ki; dururken, uyurken, yürürken hep gidiyor, her daim yol alıyor. Nereye bu gidiş? Metrodaki düşünce tufanından sonra tüm “cehaletiyle” Veysel beni yer altından âlemi şuhud’a uğurluyor. Ardımdan sanki “Türk’üz türkü çağırırız” diye sesleniyor.

İki dersin sınavına girip eve dönmek üzere otobüs durağına geliyorum. Durağa henüz gelmiş iken formasyon öğrencisi arkadaşlarımızdan Serap hoca da durağa geliyor ve bir araba yanaşıyor durağın önüne. Serap hoca: Tuzla’ya kadar gidiyoruz, sizi de alabiliriz, arkayı dörtleriz, siz öne geçin, diyor. Külfet olmak istemediğimden tereddüt ediyorum. Ancak bu toprakların insanlarına has içten bir ısrar karşısında fazla direnmeyerek, diğer yolcuların kimler olduğuna da dikkat etmeden, ön koltuğa kuruluyorum. Şoförümüz, Serap hocamızın eşi. Selam verip ismimi söylüyor ve tokalaşıyorum. Murat bey mukabele ediyor. Bu ortama yeni dâhil olmuş birisi olarak biraz da mecburiyetmiş gibi Murat beye birkaç münasebetsiz sual tevcih ediyorum. Kısa cevaplar veriyor Murat Bey, ben de sualleri uzatmıyorum. Sınavdan yeni çıktığımızdan arka koltukta gündem yoğun, sınava ve sorulara dair bir mükâlemedir sürüp gidiyor. Arka koltukta kimler var? Serap hoca, hane sahiplerine has bir fedakârlıkla; biraz koltuktan öne doğru çıkmış şekilde oturuyor. Onun solunda Öznur hocanın olduğu belirgin bir şekilde anlaşılıyor. Bazı kimselerin kendine has alametifarikaları vardır, onlar kolayca ayırt edilirler. Ortaokulda, kaldığım yurdun müdürü bana: “mahşerde tüm insanlar bir araya toplansa, seni onların arasında kolayca ayırt ederim” derdi. Onun gözünde benim alametifarikam tam olarak ne idi acep, sormamıştım? Konuşmalar sürerken ben en solda ve en sağda oturanların kimler olduğunu merak ediyorum. Biraz tereddütten sonra en solda oturanın Semiha Hoca, en sağda oturanında Yasemin hoca olduğunu anlıyorum.

Konuşmalar, sınavlardan ara ara başka hususlara geçiyor, bir ara ikametler ve memleketler bahis mevzuu ediliyor. Bu kadar farklı coğrafyalardan insanları akşamın bu saatinde, bu arabada bir araya getiren şey nedir? Sadece ortak bir sertifika programı mı, yoksa daha başka bir tasarruf/tasarım, tevafuk mu? Yine sorular… Bu sorular üzerinde fazla durmadan zihnim yeni bir soru eşliğinde metroya uzanıyor. Acaba metro ile dönseydim, bindiğim durakta ve ineceğim durakta teller hangi türküleri konuk ediyordu? Sanki ben metroya, koridorlarında meçhul adamların mızrapla konuşturduğu tellerin neşidesini duymak ve o türkülerin kollarına bir lahza olsun kendimi bırakmak için biniyorum. Sanki si fazla mı? Bu, ben de bir garip iptila halini mi alıyor ne? Bir ara Öznur hoca: “hocam bizi yazın” diyor. İçimden, yazdım bile, diyorum. Murat bey suskun, sorulmadıkça konuşmuyor, ununu elemiş eleğini asmış bir hali var. Serviste ki yolculardan ne kadar alıyorsunuz, diye latife yapıyorum. Cevap arkadan geliyor: Çay ısmarlıyoruz.

Tavşantepe durağına geldik. Teşekkür ederek arabadan iniyorum. Metroya inen asansöre doğru göz atıyorum. Yukarıda zikrettiğim iptila nüksediyor sanki. Ayaklarım beni metroya doğru çekiyor. Acaba hangi türkü yankılanıyordur uzun koridorda? Metroya binecekmişim gibi o koridoru adımlayıp geri dönsem mi? Yok canım, daha neler? O koridordan gelip geçen insanlarda da benim zihnimden geçen düşüncelere benzer düşünceler hâsıl oluyor mudur? Benim gibi, sırf, her biri nice yüreğin serencâmını hikâye eyleyen türkülerin yankısını, yeraltına nüfuz etmiş modernitenin oluşturduğu garip atmosferde duymak tutkusu ile metroya binen var mıdır? Kim bilir? Biraz kararsızlıktan sonra eve gitmeye karar kılıp arabaya doğru azimet ediyorum, zihnime yine bir türkü takılıyor: “Yollar seni gide gide usandım / Ayağıma diken battı gül sandım…”

 

Şaban ÇETİN

Author: Yönetici