Yardımlaşmanın ve paylaşmanın olmadığı veya az olduğu toplumlarda, bireyler yalnızlık ve öfke yaşarlar. Üzerlerinde daha fazla yük hissederler. Gelecekle ilgili endişeleri oldukça fazladır, kendilerini güvende hissetmezler. Her zaman kaybetme ve gelecek korkusunu ve düştüklerinde kalkamama endişesini iç dünyalarında yoğun bir şekilde yaşarlar. Kendilerine ve topluma karşı yoğun bir öfke beslerler.
Etrafımıza baktığımızda bu insanlardan çokça görürüz. Gözlerinde yoğun korku ve öfke barındıran bu insanlar, her köşe başında, sokakta, ışıklardadır. Yalnızlıklarını ve çaresizliklerini bütün bedenleriyle hissettirirler bizlere.
Dualarımızda yok mudur? “Varlığın ve yokluğun imtihanından sana sığınırım.” diye. Bu iki imtihanı aşmanın zorluğu üzerine Mevla’dan yardım isteriz.
Yalnızlığın, çaresizliğin ve bitmişliğin örneklerinden biri ile karşılaştım bir yıl kadar önce. Yoğun bir günün ardından kızımla eve doğru giderken, ışıklarda beli bükük, otuzlu yaşlarda, parmağında elektronik tespihiyle her duran arabaya yanaşıp güzel dualar eden birine şahit oldum. Tanıyorlar bu insanı… O gürültü arasında sesini duyabiliyordum. Klasik dilenciden farklı bir enerji ile konuşuyordu. Duayla birlikte bakışları, insanların ellerinden ziyade gözlerinde dolaşıyordu. Mahcup ve mahzun tavrı bütün bedenini sarmışken, sözlerinde de bunu görebiliyordum.
İlerleyen günlerde eve gidiş güzergâhımızı bulmuştuk. Dünyanın ağır yükünü taşıdığımızı zannettiğimiz bu anlarda, o ışıkta güzel bir duayı arar olduk. Virajı döndüğümüzde kızımı da heyecan kaplardı. 8 saatlik dersin üzerine yorgun düşen bünye, heyecanla onun orada olmasını bekliyordu. Orada olduğunu gördüğümüzde bozuk paraları (Neden hep bozuk da tüm değil?) hazırlardık. Hedefimiz, sadece gülen gözlerine eşlik eden o içten duasıydı…
Aylarca böyle devam etti beklentili seyahatlerimiz. Yine bir gün orada olacağını umut ederek ışıkta durduk. Ama bizde bozuk para yoktu, doğrusu o gün üzerimizde hiç para yoktu. Camı indirip “Kusura bakma bozuk param yok.” dedim. Bunun üzerine mahcup ses tonuyla; “Estağfurullah abi. O ne biçim söz. Sizi tebessüm ettirebiliyorsam bu bana yeter.” dedi. Tabi ki bu söylem bir “dilenci” için yadırganacak bir durumdu. Etkilenmiştim. “Yakından tanımam lazım.” dedim içimden. İnsanların tanıması onu lazım… Gerekirse, “toplumdan bir insan portresi olarak” öğrencilerimle buluşturmam lazım. Özel ortamlarda yetişen insanlar, dış dünyanın birçok gerçeğinden yoksun olarak büyümekte, hayatı tanıma adına yeteri kadar deneyime sahip olamamakta.
Bir taraftan nasıl bir tepki ile karşılaşacağımın endişesini de taşıyordum.
Teklif etmeye karar verdim. On saniyelik bir bekleme sırasında; “Seni yakından tanımak istiyorum. Ben öğretmenim. Seninle yarın sohbet etmek isterim, gelir misin?” dedim. Teklifimi hiç düşünmeden kabul etti. Hemen kabul etmesi, bende beklentili bir görüşme olacağı endişesini arttırdı. “Ya kendisine ciddi yardım edeceğimi düşünerek kabul etmişse ve istediği olmazsa ne yaparım?”
Bu sorularla onu öğleden sonra dilendiği ışıktan aldım. Endişeliydi. Nedeni ise bir arabaya biniyor olmasıydı. Işıkta bekleyenlerin, kendisini tanıyanların yanlış anlayacağını düşünüyordu. “O insanlara saygısızlık olur.” diyerek inceliğini ifade etti. Henüz ışık yanmamıştı ama yanımızda duran araçta tebessüm eden yüzlere karşılık vermek adına indi, kısa bir açıklama yapma gereği duydu. O insanlar, böylesi bir endişe taşımadıklarını bozukluk vererek gösterdiler.
Okula geldiğimizde, öğrenci ve öğretmenlerin bakışları üzerimizde idi. Bu bakışlara vereceği tepkiye dair belirsizlik vardı içimde. Odama doğru giderken onun da endişeli olduğunu fark ettim. Etrafı meraklı gözlerle tarıyordu.
İçimde hâlâ endişeleri barındırırken, kantinden siparişimizi verdik. Beklentisini öğrenmek adına, neden okula getirdiğimi açıklamaya çalıştım. Aldığım cevaplarla derin bir nefes aldım.
İsmi Kadir’di bu yalnız insanın. Karabük’ten üç yıl önce gelmiş İstanbul’a. Gelme sebebi açlık, çaresizlik, itilmişlik…
Babası mezbahanede çalışırken iki elini kestiğinde 15 yaşındaymış. Uzun mahkemeler yapılmış, ancak kazanın tazminatını alamamışlar. Babası o haldeyken okuyamamış ve okulu bırakmak zorunda kalmış.
Epilepsi (sara) hastası. Çobanlık yaparken yüksek bir yerde kriz geçirmiş ve düşmüş. Ağır bir kafa travması yaşamış. Kafatası zedelenmiş ve ciddi operasyonlar geçirmiş. Yine sara atağında belini kırmış. Başka bir atakta ise kolunu…
Yanlış tedavi ve geç müdahaleler sonucu kolunu çok az kullanır hale gelmiş, belinde de ciddi hasarlar kalmış. Ceketinin bir cebinin neden şişkin olduğu da anlaşılmıştı: Soğan.
Sara ilaçları ve nöbetleri sebebiyle hayatının önemli bir bölümünde kapalı kapılar arkasında kalıyor. Birçok zaman dağ eriği ile besleniyor bütün aile. Köyde yardım eden doğru dürüst kimseleri de yok.
İki ablası var. Biri memleketinde ve ailesiyle mutlu, diğeri ise İstanbul’da onunla yaşıyor. O da evli ancak bir kaza sonucu eşinin yaşamında önemli değişiklikler olmuş. Yoğun bir madde kullanımına başlamış. Kocasının bu bağımlılığı yüzünden, ablası çocuklarını da alarak boşanmak zorunda kalmış. İki çocuklu evlilik bitmiş. “Yetimler bana emanet.” diyor. Ancak çocuklardan birinde ciddi işitme kaybı var. Onun tedavisi için de bir taraftan para biriktiriyorlar.
Geceler artık Kadir için birer yorgan olmuştur. Herkes uyuyunca yaşadıklarının acısını hafifletmek adına yatağında uzun süre ağlamaktadır. “Gece böyle yapınca gündüz daha iyi oluyorum” dedi. “Gecelerde şahidin yoktur be hocam” sözü beni çok etkiledi. “Gündüz ise türlü türlü insanlar var. Gülen insanları görmek beni daha çok rahatlatıyor. Suratı asık insanları gördüğümde ise çok üzülüyorum. Hemen yanlarına giderim. Dua ederim. Kendimce nasihatlerde bulunur ‘Çabuk yaşlanmayı neden bu kadar istiyorsun?’ derim” sözleriyle insanları yaşama bağlamada kendince bir telkin yolu keşfetmiş.
“Dilenci olmaktan yüksünürdüm. Çok iş başvurularım oldu. Sara nöbetlerimden dolayı kimse işe devam ettirmedi.” dedi. Bana dönerek; “Beni dilenci olarak gör hocam. Çünkü ben çürük elmayım.” dediğinde arayışlarının ne kadar sonuçsuz kaldığını, çaresizliğini hissettim. Dilenmeye karşı uzun süre direndiği gerçeği hayata karşı anlamlı duruşunda gizliydi.
Gençlere neler söylemek isterdin soruma karşılık iki şeyin altını özellikle çizdi: Biri anne ve babaya karşı saygılı olmak diğeri ise madde kullanmamaktı.
Acılar çeken, zor şartlarda hayatını devam ettiren insanlar için tavsiyesini sordum, aldığım tek ve net cevap “DUA” idi. Sürekli Ayet-el Kürsî’’yi okuduğunu söyledi. Duanın altını hep çiziyordu. Dilendiği yerde beni etkileyen şey, diğer dilencilerden farklı olarak dua etme şekliydi. Etrafında birçok tinercinin olduğunu ve kendisine dua sayesinde zarar veremediklerini vurgulaması manidardı. “Dua beni koruyor hocam.” diyordu.
Aşkını sordum. Gözleri buğulandı. Ağlamaklı oldu. Konuşamadı. “Birini çok sevdim be hocam. Hastalığımı görünce annesi vermedi. Evli, iki de çocuğu var. Ama hâlâ seviyorum. Özlüyorum onu.” Fazla konuşmak istemedi bu konuda. Onu zorlayamazdım.
İki şey için bekliyordu İstanbul’da. Birincisi; yeğenini sağlığına kavuşturmak, ameliyat için gerekli parayı biriktirmek. İkincisi de; bir inek alarak memleketine dönmek, sütten gelecek parayla köydeki yıkık-dökük evi onarıp anne-babasıyla yaşamak…
Görüşmemizde hiçbir şekilde yardım talebinde bulunmadı. Kendisini acındıracak bir ruh haline girmedi. Bütün zorlamalarıma rağmen bir ikramı, bağışı vermeyi başaramadım. Bir tostu bile ancak kabul ettirebildim.
****
Yardımsever bir milletiz. Düşeni kaldıran, elini açanı boş göndermeyen bir toplumuz. Yardım etmek dinimizin önemli bir vecibesidir. Ancak bunu suiistimal edenler de çoğaldı. Modern dünya; “karşılığı olmadan verdiklerin, senin kandırılmandır” felsefesini iliklerimize kadar işletti.
Yıllar önce bir sohbette Mahmut Sami Ramazanoğlu Efendinin bir dilenciye yardımlarını duymuştum. Hoca Efendi işe giderken her gün yol üzerinde bir dilenciye yardım edermiş. Bir süre sonra talebeleri bu dilenciyi lüks bir lokantada yemek yerken görmüşler. Sonra Hoca Efendi’ye durumu anlatmışlar: “Neden veriyorsunuz hocam. Verdiğiniz paralarla lüks lokantalarda yemek yiyor. Pahalı sigaralar alıyor.” demişler. Hoca Efendi; “Keşke bunu bilseydim daha fazla verirdim. Oralarda mahcup olmasın.” demiş. Böyle bir yardımseverlik duygusu içinde yoğrulan gelenekten geliyoruz.
Dinimiz, yardım etmeyi, infakta bulunmayı emrediyor. Mesele, yardım ettiğiniz kişi değil. Mesele, “bizim” yardım edebilme duygumuzdur. Bizdeki emaneti nasıl kullandığımızdır. Enfâl suresinin 28. Ayetinde şöyle buyruluyor: ”Bilin ki mallarınız ve çoluk çocuğunuz birer imtihan aracıdır. Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.”
21. yüzyılda, dünyanın hâkimi ABD’de boş ev sayısı, evsiz sayısının kat be kat üzerinde olduğu bir çağda, yardımlaşmanın hazin bir tablosu ile karşı karşıyayız. “Modern (!) Olmak” kaygısıyla asli birçok değerimizi yok saydığımız şu günlerde, dini değerlerimize uygun bir tutumla bu çelişkinin önüne geçebiliriz. Çok basit bir hesapla; herkes gücünü, imkânlarının ve konumunun elverdiği nispette en yakınından başlayarak yardımlaşmak için kullansa Kadirleri görür müyüz sokaklarda? Zaten dinimiz yardımlaşmayı ve yardımlaşırken en yakınından başlatmayı emretmiyor mu?
Yardıma muhtaç duruma düşmemeyi kim garanti edebilir ki? Bu ülkede 45 saniyede bütün varlığını kaybederek muhtaç duruma düşen binlerce insan var. Kaza sonucu maddi ve manevi desteğe ihtiyaç duyan yüzlerce, binlerce insana şahit olmuyor muyuz?
Kadir belki yetenekli birisidir. Sağlıklıdır ama çalışmayı sevmiyordur. Bir yöntem keşfetmiş ve insanları ikna etmiştir. Bir hikâye kurgulamış ve onu iyi bir şekilde anlatarak insanların gönlünü fethetmiştir, çalışmadan para kazanıyordur. Buna şüphe ile bakabiliriz.
Ya değilse…
“Hep sahip olamadıklarımızın farkında oluruz; sahip olduklarımızı ise gözümüz görmez.” Arthur Schopenhauer
Recep DAĞDEMİR
SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ