Daha dün gibi…
2015 Ekim ayında Sorgun’dan seni alıp Diyarbakır’a geliyorduk. O gece Sorgun’da tüm arkadaşların ile vedalaştığını öğrenmiştim. Doğrusu için için kızıyordum, “Herkese söylemene ne gerek vardı?” diye. Hatta vedalaşmayı hiç sevmeyen ben, sessizce ayrılmayı istemiştim. Fakat annemin biraz da ısrarı ile tüm akrabalar Sorgun otogarına gelmişler, bizler ile vedalaşmak için hazırdılar. Annem, sanki kardeşlerine, kızına ne kadar da farklı bakıyordu; “Hakkınızı helal edin!” diyerek vedalaşıyordu tüm içtenliği ile. Ben hiçbir anlam veremiyordum ki. Cahilliğim işte…
Uçaktaki sözlerin ise ne kadar da beni güldürmüştü: “Oğlum beni pencere kenarına oturtma, sonra düşerim bak!”. Hala aklıma geldikçe gülüyorum.
İşte artık evimizde idik, torunlarına sarılışın işte gerçek sevgi bu dedirtircesine idi. Yanımızda yaklaşık üç ay boyunca hiç hastalanmadın be anam. Sadece biten ilaçlarını alıyordum. O yoğun tempom dahi öğle yemekleri için eve gelmeme ve seninle vakit geçirmeme engel olamıyordu. Öğlenleri adeta eve koşarak geliyordum. Demek ki kendime bile zaman ayıramayan ben, sevdiği kişiye isterse her zaman zaman ayırabiliyormuş. Bahçede beraber oturup inşallah baharda açacak güllerimizi merak edip, devamlı renklerini bana soruyordun. Bende diyordum ki; “İnşallah anneciğim baharda kendi gözlerin ile görürsün.” Keşke her çiçeğin rengini ve kokusunu sana anlatsa idim anacığım…
Son gün, ah hiç unutamadığım gün… Yatsı namazını ne güzel beraber kılmıştık yattığın salonda. O dua edişin, namazına karşı sadakatini ölene kadar unutmayacağım inşaallah.
Sabah namazında sesini ve tıkırtını duymuştuk ve içimden demiştim; “Sabah namazının ibadeti bir başkadır, bizlere de dua eder” diye seni hiç rahatsız etmek istememiştim.
Her zamanki gibi o sabah kahvaltımı yapmış, seninle vedalaşmak için odana giriyordum annem. Kapıyı tıkırdatmıştım ama sen ses vermemiştin. Hatta “Anacığım bu saate kadar yatılır mı?’’ diyecektim ki senin secde vaziyetin de yarım oturuş, yarım yatışın çok dikkatimi çekmişti. Bir şeyler anlamıştım, bu son veda idi sanki hissediyordum. Koşarak sana dokundum, o sımsıcacık vücudun biraz soğumuş mu idi ne sanki…
Anlamıştım bu fani dünyadan göçtüğünü ve seni her an bekleyen babamın yanına gittiğini ama kabullenemiyordum işte.
Ambulans ile acilen hastaneye götürmüştüm, Tıp Fakültesinde tüm arkadaşları seferber etmiştim senin için. Bir umut, bir mucize diye acilin önünde bekliyordum…
Beklediğim cevap ne yazık ki gelmedi anacığım. Her fani gibi sende ölümü tatmıştın. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun…
Fakat sanki ölüm anını bizlere anlatmıştın anacığım. Yıllar öncesinde ameliyattan çıkmıştın da narkozun etkisi ile bizlere şu cümleleri sarf ettiğini günler sonra hatırladım: “Öldüğümde torunum Kübra beni yıkasın, şüheda başucumda ağlasın, Kürşat da beni mezarıma koysun.” Bu sözlerini unutmuştum tabii ki, o an için bir anlamda verememiştim. Sonradan duyduğuma göre kızım Kübra morgda seni yıkıyordu, Şüheda ise Diyarbakır’dan Sorgun’a gidene kadar başucunda ağlıyordu. Kürşat ise son dakika birisinin uyarısı ile mezarda yanına inip seni toprağa beraberce emanet ediyorduk. Bu nasıl bir önsezi idi be anacığım. Senin bizleri bu kadar çok sevdiğini ve bizim de seni ne kadar çok sevdiğimizi sen gittikten sonra daha yeni yeni anlıyoruz.
Seni hiç unutamıyorum ve unutmayacağım anacığım. Artık Sorgun bir başka olmuş, ne ben Sorgun’u eskisi gibi özlüyorum, ne de o beni eskisi gibi kabulleniyor. Mahallemize bile gidemiyorum. Mezarına gidip bir Fatiha okumak, babam ile senin yan yana olduğunuzu bilmek ve selam vermek benim için dünyalara bedeldir, sırf bu yüzden Sorgun’dan kopmayacağım anacığım.
Ne mutlu şu fani dünyada hoş bir seda biz de bırakabilsek senin gibi be anacığım. (Bu yazı annemin ölümünün ilk yıldönümü için yazılmıştır.)
Prof. Dr. Hamdi Temel