Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey

1. Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey, 1915 yılında Yozgat ve Boğazlıyan’da yaşayan Ermenilerin Suriye’ye tehciri sırasında meydana gelen olaylar nedeniyle yargılanan ve idam cezasına çarptırılarak bu cezası infaz edilen ilk kamu görevlisidir. Kemal Bey’i idama götüren sürecin anlaşılabilmesi için tehciri doğuran sebeplerin ve dönemin iç ve dış siyasi koşullarının derin bir analize tabi tutulması gerekir. Ancak bu yazıda konunun tüm yönleriyle ele alınması ve anlatılması mümkün değildir. Esasen bu konuda tarihçilerin yazdıkları oldukça zengin bir literatür bulunmaktadır. Konunun detaylı şekilde öğrenilmesi için bu kaynaklara bakılması zarureti vardır[1]. Bu nedenle aşağıda ilk önce Kemal Bey’in hayat hikayesi kısaca anlatılacak ve bilahare Ermeni tehcirini doğuran sebeplerle Kemal Bey’in yargı süreci ana hatlarıyla ele alınacaktır. Yazının sonunda bütün bu tarihsel sürecin bugüne ne tür dersler bıraktığı konusunda kısa bir değerlendirme yapılacaktır.

2. Mehmet Kemal Bey, 1 Mart 1884 tarihinde babasının memur olarak bulunduğu Beyrut’ta dünyaya gelmiştir. Kemal Bey’in babası, Sirkeci Gümrük Müdürlüğü ve İstanbul Gümrükler Başkatipliği görevlerinde bulunmuş olan Arif Bey, annesi ise Rodoslu Şeyh Vasfi Efendi’nin kızı Nafia Hanım’dır. Kemal Bey, ilk ve orta öğrenimini 1899’da Rodos’ta, lise öğrenimine ise Antalya Lisesinde başlamış ve  11 Ekim 1902’de İzmir Lisesinde tamamlamıştır. Liseden sonra bir süre Beyrut Fransız Mektebinde okumuş, 24 Temmuz 1908’de Mülkiye Mektebinden mezun olmuştur. 9 Eylü 1908’de Beyrut Vilayeti Maiyet Memurluğuna tayin edilmiştir. Bu görevinde stajını tamamlayan Kemal Bey, 24 Kasım 1909’da Cezayir-i Bahr-ı Sefid Vilayeti Maiyet Memurluğuna atanmıştır. Kemal Bey, bu memuriyeti sırasında Rodos Lisesinde Türkçe, Medeni Bilgiler, Tarih ve Coğrafya dersleri öğretmenliği de yapmıştır. Kemal Bey’in Rodos’ta bulunduğu sırada vefat eden dedesi Şeyh Vasfi Efendi’nin yerine, intikal ile postnişin olduğu da söylenmiştir. Daha sonra Rodos’tan alınarak 17 Aralık 1911 tarihinde Doyran kazası kaymakamlığına tayin edilmiş, bir süre sonra sağlık sebepleriyle daha uygun bir yere naklini istemesi üzerine 16 Ekim 1912 tarihinde Gebze Kaymakamlığına atanmıştır. 10 Haziran 1913 tarihinde ise Karamürsel Kaymakamlığına tayin edilmiştir. 15 Mayıs 1915 tarihinde Yozgat Sancağı Boğazlıyan Kaymakamlığına tayin edilmiştir. 11 Haziran 1915’de göreve başlayan Kemal Bey, burada 23 Nisan 1916 tarihine kadar görev yapmıştır. Boğazlıyan Kaymakamı iken Yozgat Mutasarrıfı Cemal Bey’in görevinden alınmasıyla, 19 Ağustos-8 Ekim 1915 tarihleri arasında Yozgat Mutasarrıf Vekilliğinde bulunmuştur. 23 Nisan 1916’da terfi ederek Batraski-Şam kazası kaymakamlığına tayin edilen Kemal Bey, buradan da 11 Eylül 1916 tarihinde İzmit Sancağı Muhacirler Müdürlüğüne nakledilmiştir. Kemal Bey, Boğazlıyan Kaymakamlığı sırasında terkedilmiş mallarla ilgili işlemlerde meydana gelen suistimallere katıldığı gerekçesiyle yargılanmasına karar verilmesi nedeniyle, bu davadan beraat ettiği takdirde sınıfına eşit memuriyete atanmak üzere, 13 Haziran 1917’de görevinden alınmıştır. Konya İstinaf Mahkemesi tarafından oybirliği ile verilen beraat kararı üzerine azil kararı kaldırılarak Konya Tarım Müfettişliğinde görevlendirilmiştir. Bu görevde iken Boğazlıyan Kaymakamlığı sırasında meydana gelen Ermeni tehciri ile ilgili olaylardan sorumlu olduğu gerekçesiyle Aralık 1918 ortalarında tutuklanarak İstanbul’a getirilmiştir. İstanbul’da bir süre Sansaryan Han’daki Polis Müdüriyetinde tutuklu olarak kalan Kemal Bey, bu sırada Suçları İnceleme Komisyonu tarafından sorgulanmış ve 7 Ocak 1919’da muhafaza altında Örfi Harb Divanı Tahkik Heyetine götürülmüştür. Burada da sorgulaması yapıldıktan sonra tutuklu olarak Bekir Ağa Bölüğüne gönderilmiştir. Muhtelif sorgulamalardan sonra Ermeni tehcirindeki rolünden dolayı 5 Şubat 1919’da İstanbul Harp Divanında yargılanmasına başlanmış, yaklaşık iki ay süren ve 7 Nisan 1919’da sona eren yargılamada toplam 18 duruşma yapılmıştır. Üyeleri arasında Ermenilerin de bulunduğu Mahkemenin dinlediği şahitlerin çoğu yine Ermenilerden meydana gelmiştir. Mahkeme 8 Nisan 1919 tarihli kararıyla Kemal Bey’i Yozgat ve Boğazlıyan Ermenilerinin tehciri sırasında suiistimal ve öldürme olaylarında gevşeklik gösterdiği gerekçesiyle idama mahkum etmiştir. İdam kararı 10 Nisan 1919 Perşembe günü Beyazıt Meydanı’nda infaz edilmiştir. Cenazesi büyük bir törenle Kadıköy Kuşdili Çayırındaki Mahmut Baba Türbesi’nde, oğlunun yanına defnedilmiştir.

Mütareke döneminde Ermeni tehciri ile ilgli suçlardan yargılanarak ilk idam edilme talihsizliğine uğrayan Mehmet Kemal bey iki defa evlenmiştir. Birinci eşi Zühdi Paşa kızı Subhiye Hanım’dır. Bu eşinden Müzehher ve Müşerref adlarında iki kızı ile idamından iki yıl evvel İstanbul’da vefat eden Adnan adında bir oğlu olmuştur. Subhiye hanımdan ayrılması üzerine, Boğazlıyan Kaymakamı iken Kayserili başkomiser Ahmet bey kızı Hatice hanımla evlenmiştir. Kendisinin idamından sonra doğan Adnan (Ergüder) adında bir oğlu da bu eşinden olmuştur. 

3. Avrupa devletlerinin, Türkleri, fethettikleri Anadolu topraklarından geldikleri Orta Asya’ya geri göndermek şeklinde kadim bir amaca sahip oldukları bilinen bir gerçektir. Halen geçerliliğini koruyan bu amaca ulaşmak için Avrupa devletleri, tarihsel süreç içerisinde sürekli fırsat kollamışlardır. Türklerin güçlü oldukları dönemlerde bu amaçlarını dillendirmeseler de, Türk devletinin gücünün ve nüfuzunun zayıfladığı dönemlerde, bunu açıkça dile getirmekten geri durmamışlardır. Nitekim Türk düşmanı olarak nam salan ve 19. Yüzyılda İngilizlerin defalarca başbakanlığını yapmış bulunan Gladstone, “Türkler Avrupa’dan her şeyleri ile silinip atılacaklardır” demek suretiyle, tüm Hıristiyan dünyasının hislerine tercüman olmuştur.

Avrupa devletlerinin bu amaçlarına ulaşmak için uygulamaya koydukları önemli bir siyasi metot bulunmaktadır. Önce bu amaca götürecek sorunun adı konulmakta, sonra böyle bir sorunun olduğuna herkes inandırılmakta, bilahare bu sorunun çözümüne yönelik hedefler belirlenmekte ve son olarak hedefe götürecek araçlar tespit edilmektedir. Bu siyasi planın kusursuz işlemesi için son derece sabırla hareket edilmekte ve ana amacın varlığı nesilden nesile tevarüs ettirilmektedir. Nitekim Avrupalılar, Türklerin gerek iklim gerek tarım bakımından oldukça verimli olan Anadolu topraklarından gönderilmesi amacını politika dilinde “Doğu sorunu” olarak adlandırmışlardır.

Bu sorunun çözülebilmesinin, yani Türklerin Avrupa’dan geri gönderilmesinin yolu onların her alanda güçsüzleştirilmesinden geçmekteydi. Avrupalıların Türklerin yaşadıkları topraklarda hassasiyet gösteren konuları belirlemede oldukça mahir oldukları tartışmasızıdır. Nitekim geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı Devleti’ni güçsüzleştirmenin en önemli aracı olarak içerideki etnik unsurların harekete geçirmek olduğu kolayca keşfedilmiş, 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren körüklenen ve desteklenen milliyetçilik akımlarının etkisiyle Yunanistan, Romanya, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Arnavutluk’un Osmanlı’dan ayrılarak bağımsızlıklarını kazanmaları sağlanmıştı. Balkanlar’da Türkleri gerileten Avrupa, Türklerin doğudan da sıkıştırılmasını sağlayacak politikanın ana unsurunu Ermeniler üzerinden belirlemişti.

Nitekim İngiltere ve Rusya’nın başını çektiği Avrupa devletleri Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ermenileri uluslararası kamuoyuna bir “Ermeni sorunu” olarak takdim etmişlerdir. Böylece 1878 yılından sonra Ermenilerin Osmanlı Devleti’nde bir sorun olarak ortaya çıkartılması, “Doğu Sorunu” olarak adlandırılan ve Türklerin Hıristiyanların yaşadıkları yerlerden çıkartılmasını hedef alan siyasal amacın bir parçası olmuştur. Belirtmek gerekir ki, henüz çözülemeyen “Doğu sorunu”nun son halkasını 1980’li yıllardan itibaren adı konulan bir “Kürt sorunu” oluşturmaktadır. Osmanlı Devleti’nin 1571 İnebahtı Deniz Savaşını Haçlı Ordusuna karşı kaybetmesi, Avrupalılarda Türklerin yenilebileceği yönünde bir umut doğurdu. Bu gelişme Avrupa devletlerinin Türklerin elinde bulunan verimli Anadolu topraklarına yeniden kavuşma hayalleri kurmalarına yol açtı. Bu tarihten sonra politik bir araç olarak ortaya çıkartılan sorunların hedefinde bu hayale kavuşma ümidi bulunmaktadır.

4. 1071 Malazgirt zaferi ile birlikte başlayan süreçte Anadolu’ya hakim olan Türklerin idaresine giren Ermeniler yaklaşık 800 yıl boyunca aynı coğrafyada sorunsuz bir şekilde yaşamışlardır. Ancak 1878 yılından sonra başlayan ve Avrupa devletleri tarafından “Ermeni sorunu” olarak tanımlanan ve tüm dünyaya duyurulan süreçte,  Ermeni ihtilal komiteleri vasıtasıyla Türklerle Ermeniler tedrici olarak karşı karşıya getirilmiştir. Ancak yüzyıllardır Osmanlı Devleti’ne bağlı kalmayı tercih eden Ermenilerin Avrupalı devletlerin siyasal çıkarlarına uygun hale getirilmesi için uzunca bir zamanın geçmesi gerekmiştir. Bu zaman diliminde birçok etken “millet-i sadıka” olan Ermenilerin ihanetlerine uzanan yolu hazırlamıştır. Bu etkenlerin başında 19. Yüzyılda ortaya çıkan milliyetçilik akımları, bunun sonucu olarak Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’nın bağımsızlıklarını kazanması, Rusya’nın Osmanlı Devleti’ni dağıtma aracı olarak Ermenileri görmeleri ve onları devlete karşı kışkırtmaları, İngiltere’nin 1878 yılından sonra Osmanlı Devleti’ne yönelik koruyucu politikasını değiştirerek Rusların güneye inmelerini önlemek için bağımsız Ermenistan kurma projeleri, İngiltere’de Liberal Parti lideri Gladstone’un Ermenileri Türklerin hakimiyetinden kurtarma projesi ve propaganda faaliyetleri, ABD’nin ticari çıkarları için Ermenileri kullanma çabaları, Fransa’nın Osmanlı Devleti’ndeki Katoliklerin hamisi olduğu gerekçesi ile Ermeni milliyetçilik akımlarını desteklemesi, Rusya’nın ileride bütün Ermenilerin bağımsızlığını sağlayacak nüveyi Türkiye’de kurmak istemesi, Ermeni aydınlarının eğitim ve yayın yolu ile milliyetçilik duygularını ve ihtilal fikirlerini yaymaları, Ermeni kilisesinin Ermeni ihtilalini desteklemesi ve Ermenileri teröre yönlendirmesi gösterilebilir[2].

Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ermenilerle Türkler arasında çıkarılan Ermeni sorunu, esasen Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’ne karşı başlattıkları uluslararası siyasal çıkarlarının bir sonucudur. 1893 yılındaki Ermeni isyanlarından sonra Ermenilerin durumunu tespit etmek için Osmanlı Devleti’nde büyük bir inceleme gezisi yapan Hıristiyan din adamı George Hepworth’a göre eğer dış müdahaleler, kışkırtmalar olmasaydı Osmanlı Devleti’nde hiçbir şekilde Ermenilere zarar gelmezdi. Hepworth, Ermeni sorununun ortaya çıkmasının iki büyük sebebinin İngiltere ve Rusya olduğunun altını çizmiştir.

5. Gladstone’un cesaretlendirici tavırları sayesinde Ermeni bağımsızlık hareketleri hız kazanmaya ve kısa sürede terör örgütleri oluşturmaya başlanmıştır. 1887 yılında İsviçre’de kurulan Hınçak ve 1890 yılında kurulan Taşnak partileri ihtilal ve silahı mücadele yolunu tercih ederek Osmanlı Devleti’ne karşı açıkça savaş ilan etmişlerdir. Bu ihtilal komitelerinden Hınçak, Türkiye ve İran’daki Ermenilerin bağımsızlığı için çalışıyordu. Partinin programında ilk ve yakın hedefin Türkiye Ermenistan’ın politik ve milli bağımsızlığını sağlamak olduğu ve bu hedefe ulaşmak için ihtilal yolunun benimsendiği ve bu çerçevede Türk hükümetine karşı propaganda, ajitasyon, terör, köylü ve işçilerin harekete katılmasının sağlanması metotlarının kullanılması gerektiği benimsendi. Bu esaslar üzerine ihtilal fikirlerini gerçekleştirmek için hareket geçen komite İstanbul’u Türkiye’deki organizasyon merkezi olarak seçti ve Cenevre’de yetişmiş birçok Hınçak lideri buradan Ermenileri organize etmek için İstanbul’a ve sayısız Türk köy ve kasabasına gönderildi. Hınçak liderlerinin özellikle gittikleri şehirler Bafra, Merzifon, Amasya, Tokat, Yozgat, Arabkir ve Trabzon’du[3].

6. Hınçak partisi Osmanlı Devleti’ne yönelik bütün ihtilalleri eş zamanlı olarak başlatmak ve geniş bir alana yaymak amacıyla çok sayıda köy ve kasabada örgütlenerek hareket geçme kararı aldı. Bu çerçevede Merzifon’da bulunan “Küçük Ermenistan İhtilal Komitesi” vasıtası ile Yozgat, Amasya, Çorum, Tokat, Ankara, Sivas ve Diyarbakır’a eş zamanlı olarak 6 Ocak 1893 tarihinde gönderilerek camilere, evlerin duvarlarına ve resmi binalara asılan beyannamelerle halk isyana davet edildi. Merzifon’da yapılan çalışmaların sonucunda Yozgat’ta da ihtilale iştirak edecek Ermeni örgütlenmeleri sağlandı. Yozgat’ta hücre yapılanması şeklinde oluşturulmuş üç ihtilal heyeti ve bunların üzerinde bir heyetin meydana getirildiği tespit edildi. Yine Merzifon İhtilal Cemiyeti karışıklık çıkarmak amacıyla beyannameler asma kararı vermiş ve Merzifon’da basılan yaftalar birçok şehir ve kasabaya gönderilmişti. 6 Ocak Cuma gecesi bütün camilerin kapısına Türkçe olarak asılan ilanlarla Ermenilere karşı cihat ilan edileceği, mallarının yağmalanacağı ve hepsinin kılıçtan geçirileceği bildiriliyordu. Bu bildirilerin altına da “Vatansever İslamlar Komitesi” adı yazılmış ve bu şekilde Türklerle Ermenilerin birbirlerine karşı infiale kapılması sağlanmaya çalışılmıştır. Hazırlanan bir raporda, bu bildirilerin Atina’da basılan Hınçak gazetesinin 1892 Temmuz’unda neşrettiği beyanname içerikleriyle aynı olduğu ve bunların Merzifon’da bulunan bir matbaada çoğaltıldığı ve şehirlere dağıtıldığı tespit edilmiştir. Çete üyeleri, Osmancık’ta, Derbend’de, Maden ve Yozgat’ta çok sayıda öldürme, soygun ve gasp suçlarını işlediler. Bunun üzerine çok sayıda kişi yakalanarak sorgulandı. Yakalanan kişilerin sorgularının ardından bunlardan Sivas ve Ankara bölgesindeki ihtilal girişimlerinin sorumlusu olarak 58 kişi tutuklandı. Tutuklananlar mahkemeye verdikleri ifadelerinde Hınçak partisi adına faaliyette bulunduklarını itiraf etmişlerdir. Mahkemede sanıkların bir kısmı hakkında beraat kararı verilmiş, bazı sanıklar idam cezasına bazıları çeşitli sürelerle kalebentlik cezasına çarptırılmışlardır. İdam cezasına çarptırılan kişiler arasında Merzifon İhtilal Komitesi lideri Karabet Tomayan ile Komitenin ileri gelenlerinden Ohannes Kayayan da bulunuyordu. Mahkemenin kararı Amerika ve İngiltere’de büyük tepkilerin ortaya çıkmasına ve özellikle bu kişiler hakkında verilen idam kararları İngilizlerin Osmanlı Devleti üzerinde büyük bir baskı kurmasına yol açtı. Öyle ki eğer bu şahıslar serbest bırakılmazlar ise Mısır’ın Osmanlı devletinden kopartılarak, bağımsız bir devlet olarak tanınacağı tehdidi savuruldu. Sultan Abdulhamit bizzat devreye girerek 5 Temmuz 1893 tarihinde bu iki şahsın bir daha Osmanlı topraklarına ayak basmaması şartıyla affetti ve diğer sanıklardan idam cezası dışında olanların cezasını hafifletti. Ancak bu şahıslar serbest bırakılıp İngiltere’ye gittikten sonra Osmanlı Devleti aleyhine propaganda faaliyetlerini yürütmeye devam etmişlerdir.

7. Yozgat’ta yaşayan Ermenilerin, nüfus olarak şehirde daima azınlıkta kalmış olmakla birlikte, sosyo-kültürel veya dini yaşantı bakımından Müslüman halk ile büyük bir uyum içinde yaşadıkları, dinlerini yaşayabilecekleri bir ortamın kendilerine sunulduğu, bu bağlamda şehirde 9 kilisenin bulunduğu, 1890 yılında Yozgat’taki cami sayısının 22 olduğu belirtilmiştir. Yine aynı yılda nüfusları Müslümanların ancak 1/6 oranında olmasına rağmen Ermenilerin okul sayısının Müslümanların okul sayısının yarısı kadar olduğu, bu durumun Ermenilerin eğitime verdikleri önemi ortaya koyduğu tespit ediliştir. 1905-1908 verilerine göre şehirdeki gayrimüslimlerin okul sayısı 65 adet iken Müslümanların 63’dür. 1914 nüfus sayımına göre Müslümanların nüfusu 77.187 kişi, gayrimüslimlerin toplam nüfusu 16.250 kişidir. Aradaki nüfus farkına rağmen okullardaki kurumsallaşmanın ters orantılı şekilde gelişme göstermesinin nedeni olarak Osmanlı Devlet’inin kendi tebaasına kendi kurumlarını kurma özgürlüğü vermesi olarak gösterilmiştir.

Yozgat Sancağında Müslüman ahali ile Ermenilerin huzur içinde dini ve diğer özgürlükleri ve hatta iktisadi imkanları bakımından Müslümanlardan çok daha olumlu koşullara sahip olmalarına rağmen, yukarıda bahsedilen gelişmelerin Yozgat’a da sıçraması nedeniyle 1893 yılının başında ve sonunda iki Ermeni ayaklanması gerçekleşti. 1893 yılının Aralık ayında başlayan ikinci ayaklanmayı Ankara Valisi Abidin Paşa Yozgat mutasarrıfı tarafından kendisine bildirilen bir telgrafla hükümete bildirmişti. Ermeniler bazı köylerde Osmanlı askerleri tarafından kadınlarının ırzına geçildiğini iddia etmişlerdi. Bu bir tertipti ve Osmanlı idaresini suçlayarak Hıristiyanlara zulmedildiği gerekçesiyle dış güçlerin Osmanlı Devleti’ne müdahalesini sağlamayı amaçlıyorlardı.

8. Osmanlı Devleti’nin 1 Kasım 1914 tarihinde fiilen Birinci Dünya Savaşına girmesinden önce, savaşın eşiğine gelindiğini gören Taşnak Komitesi Haziran 1914’de Erzurum’da yaptığı kongre sonrasında İstanbul’da aldığı ve bütün vilayetlere ilettiği kararlarında Ermenilerin yüzyıl boyunca gerçekleştirmeye çalıştıkları büyük ayaklanmanın nasıl gerçekleştirileceğini bildirmişti. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesinden önce yayımlanan ayaklanma beyannamesinin en korkunç maddelerinden birisi “Cephe gerisinde iki yaşına kadar olan Müslümanları gördükleri yerde ve her fırsatta katledileceklerdir”  hükmünü taşıyordu. Yine Osmanlı askerlerini pusuya düşürüp katletmek; Müslüman halkın mal ve mülkünü yiyeceğini ele geçirmek, yakıp yıkmak; terk ettikleri ev, tarım ürünleri, kilise ve hayır kurumlarını yakıp bunları Müslümanlar yapmış gibi propaganda yapmak; cephelerden yaralı dönen Osmanlı askerlerini öldürmek ve seferberlik ilan edilirse bu çağrıya uymamak da bu beyannamede yer alan kararlar arasında bulunuyordu.

Nitekim Birinci Dünya Savaşına giren Osmanlı Devleti 3 Ağustos 1914’de genel seferberlik ilan etmiş ancak Ermeni gençleri asker celbine katılmamışlar, katılanlar da firar etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesinden birkaç gün sonra Rusların Van bölgesini ele geçirmelerini kolaylaştırmak için Ermenilerin her tarafta isyan çıkarmaya karar verdikleri ve diğer bölgelerde de bu gelişme konusunda dikkatli olunması gerektiği hükümete bildirilmişti. Harbin başlamasıyla birlikte Enver ve Talat Paşa’lar Ermeni ileri gelenlerini düşmandan yana olmamaları ve bilhassa Ermeni halkının Osmanlı ordusuna karşı bir misillemede bulunmaması yolunda uyardılar. Fakat bu ikazlara rağmen Ermeniler, Türkiye’ye kaşı hasmane davranışlarda bulunmaktan ve hatta Türk birliklerine karşı saldırmaktan çekinmediler. Harbin başlamasından sonra Ermeni asıllı pek çok asker ile subay, başlarında bir Ermeni mebusu ile sınırı geçtiler ve oluşturulan birliklerle Rus cephesindeki sınırı geçerek Müslüman halkın oturduğu Türk topraklarını kasıp kavurdular. Ayrıca Ermeni çeteleri, Osmanlı ordusunun arkasında kalan Türk ordularına, nakliye araçlarına ve tecrit edilmiş birliklere baskınlar düzenlediler. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesiyle şartları önceden oluşturulan ayaklanmalar, Ermenilerin topluca yaşadıkları bölgelerden biri olan Yozgat’ta da başladı.

Osmanlı hükümeti Ermeni isyanlarının başladığı andan itibaren Ermenileri kontrol altında tutmak için daha çok bölgesel güvenlik önlemleri almayı uygun bulmuştu. Ancak isyanların büyümesi ve özellikle Van bölgesinde 16-17 Nisan’da büyük bir isyanın başlatılması hükümeti yeni çareler aramaya sevk etti. Mayıs ayında uygulamaya karar vereceği köklü çözüm aslında Rusya’nın Müslümanlara uyguladığı bir yöntemdi. Enver Paşa tarafından Dahiliye Nazırı Talat Paşa’ya gönderilen 2 Mayıs 1914 tarihli bir telde bu durum anlatılarak bir benzer metodun uygulanması konusunda fikir ileri sürüyordu. Böylece sorun çıkaran Ermenilerin yaşadıkları bölgeden başka bir yere göç ettirilmeleri bir çözüm olarak sunuluyordu.

Talat Paşa hatıralarında sevk ve iskan kanununun ortaya çıkma sürecini şöyle anlatıyor: “Kumandanların genel karargaha gönderdikleri rapordan anlaşıldığına göre, Müslümanlara karşı şehir, köy ve yollarda yapılan kıyım ve saldırılar, Rus cephesindeki o çevre halkından oluşan askerler üzerinde çok kötü etkiler yapmıştır. Ordu göç ettirme kanununun uygulanmasında ısrar etti. Ben yine karşı çıktım. Birçok acı durumlar göstermiştir ki, Hıristiyanların Müslümanlara yaptıkları zulümler Avrupa’da büyük bir hoşgörüyle, sessiz karşılandığı halde, Müslümanların en ufak bir hareketi gereğinden fazla büyütülüyordu. Bu bakımdan, Rusların bu savaşta Ermenilerin yanı başında bulunması yüzünden çıkacak olan düzensizliklerin bize karşı kötüye kullanılacağını biliyordum”.

Talat Paşa’nın da belirttiği gibi Ordunun ısrarı üzerine hükümet 27 Mayıs 1915 tarihinde “sefer zamanında hükümet icraatına karşı gelenler için askeri açıdan alınacak önlemler hakkında geçici kanunu” kabul etti. Bu Kanun 1 Haziran 1915 tarihinde Takvim-i Vakayii’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu Kanun esas itibariyle iki maddeden oluşmaktaydı. Birinci maddesinde “sefer zamanında ordu, kolordu ve fırka kumandanları ve bunların vekilleri ve müstakil mevkii kumandanları ahali tarafından herhangi bir suretle  hükümet emirlerine ve memleket müdafaasına ve asayişin korunmasına ait uygulama ve önlemlere karşı muhalefet ve silahla tecavüz ve mukavemet görülürlerse hemen askeri kuvvetleri ile en şiddetli surette bastırmaya ve mukavemet olduğu sırada bunları imha etmeye izinli ve mecburdurlar”. İkinci maddesinde ise “ordu, kolordu ve fırka kumandanları askeri gereklere dayanarak veya casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri köyler ve kasabaların ahalisini tek tek veya toplu olarak diğer mahallere sevk ve iskan ettirebilirler” hükmünü taşıyordu[4].

Bu Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra kimlerin sevke tabi tutulacağı çeşitli yazışmalar ile vilayetlere bildirilmiştir. Bu yazışmalarda bütün Ermenilerin sevk ve iskana tabi tutulmadığı, aksine stratejik öneme sahip ve tehdit oluşturan bölgelerde kanunun uygulandığı görülmektedir. Buna göre ticaretle uğraşanlar, güçsüz kadınlar ve imalathanede çalışanlar, Duyun-ı Umumiye çalışanları, Bank-i Osmani şubelerinde çalışan müstahdem ve iyi niyetli Ermeni memurlar, reji idaresinde çalışanlar, mebus aileleri, asker, zabit ve sıhhiye zabitlerinin aileleri, şimendifer memurları ve ameleleri, yetimhanedeki öğretmenler ve öğrenciler, hasta ve kör Ermeni aileleri, Protestan Ermeniler ve Katolik Ermeniler dışında kalan Ermeniler sevke tabi tutulacaklardı.

9. Ermenilerin sevke tabi tutulmalarıyla iki sorun ortaya çıkıyordu. Birincisi Ermenilerin güvenliklerinin temin edilmesi, ikincisi ise sevke tabi tutulan Ermenilerin geride bıraktıkları mal ve mülklerin teminat altına alınması idi. Enver Paşa’nın 27 Mayıs’ta vilayetlere gönderdiği telde; Ermeniler hakkında hükümetçe alınan tedbirler, “sırf memleketin asayiş ve inzibatını temin ve muhafaza mecburiyetine müstenittir” ifadeleri kullanılıyor, daha sonra 29 Ağustos 1915 tarihinde gönderdiği başka bir telde de Ermenilerin bulundukları yerlerden çıkarılarak tayin edilen mıntıkalara sevklerinden hükümetçe takip edilen gayenin “bu unsurun hükümet aleyhine faaliyetlerde bulunmalarını ve bir Ermenistan hükümeti teşkili hakkındaki milli emellerini takip etmeyecek bir hale getirilmelerini temin” olduğu belirtilerek, “Bu kimselerin imhası söz konusu olmadığı gibi, sevkiyat esnasında kafilelerin emniyeti sağlanmalı ve muhacirlere ait ödeneklerden harcama yapılarak ihtiyaçlarının giderilmesine yönelik her türlü tedbir alınmalıdır” deniliyordu. Bu çerçevede Ermenilerin güvenliklerinin sağlanması ve mallarının korunması için gerekli tedbirlerin alınmasına yönelik olarak ilk önce 10 Haziran 1915 tarihinde yayımlanan bir talimatname ile sevke tabi tutulan Ermenilerin malları koruma altına alındı. Bu talimatname doğrultusunda “Terk Edilmiş Mallar Komisyonu” (Emval-i Metruke Komisyonu) oluşturuldu. Vilayetlere verilen çeşitli emirlerle yayınlanan genelgelerle Ermenilerin güvenliklerinin sağlanmasına çalışıldı. Sevk işlerindeki kötü niyetli uygulamaları tespit etmek ve sevkiyat esnasında kanuna aykırı hareket eden memurları tespit ederek Harp Divanına vermek amacı ile vilayetlerde komisyonlar kuruldu. Bu tahkik komisyonlarına başkanlık edecek başka bir heyet de oluşturuldu.

10. Yozgat, Ermenilerin Anadolu’da yoğun yaşadığı bölgelerin başında geliyordu. Çevre illerden yapılan iç göçler Yozgat’taki Ermeni nüfusunu artırmıştı. Ermeni milliyetçilik hareketlerinin başladığı ve teröre yöneldiği tarihlerde yani 1878 yılından sonraki örgütlenmelerden Yozgat Ermenileri de etkilendi. Ermeni ayaklanmalarının önemli isimlerinden Jirar diğer adıyla Kalost Yozgat bölgesi sorumlusu idi. Yozgat Ermenileri bölgede büyük ayaklanmalar çıkaracak potansiyele ulaşmışlardı. 6 Ocak 1893 ve 12 Aralık 1893 tarihlerinde gerçekleştirdikleri iki ayaklanma Yozgat Ermenilerinin uygun ortamlarda Müslümanlara karşı harekete geçebileceklerini gösterdi. Nitekim Birinci Dünya Savaşının başlaması ile birlikte Yozgat’taki Ermeni ayaklanmaları ve örgütlenmeleri tekrar ortaya çıktı.

Yozgat’taki Ermeni çeteleri ile ilgili ilk yazışmalar 1915 yılı Şubat ayının ilk yarısında başlamıştı. Ankara vilayetinden Harbiye Nezaretine giden 14 Şubat 1915 tarihli tele cevap niteliğinde yazılan raporda, Akdağmadeni ormanlarında saklandığı bildirilen Ermeni çetelerinin takip ve tenkili için Yozgat Jandarma Tabur Kumandanının hareket etmiş olduğu ve yapılan aramalarda çetelere rastlanmadığı ifade ediliyordu. Fakat aynı yıla ait daha sonraki yazışmadan Boğazlıyan taraflarındaki 300 kişilik Ermeni eşkıyasının Avanos bölgesine geçtiği ve Niğde, Ürgüp bölgelerinde saldırılarını devam ettirdikleri haber alınıyordu. Bu yer değiştirmelere rağmen Ermeni çetelerinin Boğazlıyan ve Akdağmadeni bölgelerinde şekavet icra ettikleri görüldü. Bu doğrultuda Akdağ ve Boğazlıyan’a bağlı çeşitli köylerde yapılan aramalarda bomba, dinamit gibi binlerce cephane ele geçirildi. Yine asker toplamak üzere köylere giden jandarmalara silahlı saldırıda bulunmak, yoldan geçen sivil insanlara saldırmak, jandarma erlerini şehit etmek, Akdağmadeni kaza merkezinde bombalar atarak gösteriler yapmak, Boğazlıyan’ın çevre köylerindeki Ermenilerin 300 kişilik silahlı çeteler kurarak çevre köylere saldırmak faaliyetlerine giriştikleri tespit edildi.

Ermenilerin bu faaliyetleri tehcir kararı alındığında Yozgat Ermenilerinin bir kısmının tehcire tabi tutulması soncunu doğurdu. 1914 yılındaki kayıtlara göre Yozgat’ta yaşayan bütün Ermenilerin sayısı 30.940 kişi idi. Bunların 13.736’sı Yozgat’ta, 14.902’si Boğazlıyan ve 3.312’si Akdağmadeni’nde yaşıyordu.  

Yozgat Mutasarrıflığına Dahiliye Nezaretinden ilk sevk emri, 18 Temmuz 1915’te gelmiş ve ilk sevk 21 Temmuz’da başlayarak yaklaşık Ağustos ayının ikinci yarısında sona ermiştir. Sevk emri şu şekilde idi: “Sancağınız dahilinde bulunan Ermeniler yirmi dört saat zarfında yola çıkarılacaklardır. Bunların sevk edileceği istikamet Suriye’dir.” Verilen bilgilere göre Yozgat’ta yaşayan 30.940 kişiden 10.916 kişi, yani 1/3 oranının sevk ve iskana tabi tutulduğu anlaşılmaktadır. Bu rakama iç bölgelere sevk edilenler ile Müslüman köylere dağıtılan kadınlar ve çocuklar da dahildir.

11. Yozgat Ermenilerinin sevk ve iskanları 1915 yılının Ağustos ayının ikinci yarısına kadar devam etmiştir. Bu süre zarfında Yozgat Ermenilerinin sevki konusunda bazı iddialar ortaya atılmıştır. Boğazlıyan Kaymakamlığına 15 Mayıs 1915 tarihinde tayin edilen Mehmet Kemal Bey vasıtası ile Ermenilerin bu kaza dahilinde katledildiğine dair şikayetler ortaya çıkmıştır. Bu şikayetlerin kaynağı ise gerçekte Kemal Bey’in Ermeni çeteleri ile yaptığı mücadeleden başka bir şey değildir. Nitekim bu şikayetler üzerine Dahiliye Nezareti Ankara Vilayetine gönderdiği yazı ile Kemal Bey hakkında şikayetlerin doğruluk derecesinin tahkik edilmesini istemiştir. Şikayetler üzerine 26 Mayıs 1915 tarihinde Ankara’ya hareket eden tahkik heyeti, bölgeye gelerek araştırmalarına başlamış, fakat herhangi bir bulguya rastladığı tespit edilememiştir. Daha sonra Kemal Beyin Boğazlıyan Kaymakamlığından ayrıldığı 23 Nisan 1916 tarihinden yaklaşık bir yıl kadar sonra 8 Ocak 1917’de Ankara İdare Meclisi ve 12 Nisan 1917’de de Devlet Şurası (Danıştay), Kemal Bey hakkında yargılama kararı vermiştir.  Kemal Bey hakkındaki suçlamalar, kazaya ait terk edilen mallardan yapılacaklar konusunda müsamaha göstermediği, halkın eşyalardan bir kısmını evlerine götürdüğünü bilmesine rağmen engellemek için hiçbir teşebbüste bulunmayıp sessiz kaldığı, bu tür işleri yapanlardan borç para aldığı ve bu nedenle yağmacıları gizlemeye çalıştığı şeklinde idi. Kemal Bey bu suçlamalardan dolayı Boğazlıyan İstinaf Mahkemesinde yargılanarak 7 Ekim 1917 tarihinde üç ay hapis ve dört ay memuriyetten uzaklaştırma cezası aldı. Ancak Kemal Bey, memurların terk edilmiş mallardan eşya satın almasını yasaklayan bir emir bulunmadığını belirterek karara itiraz etti. Konya İstinaf Mahkemesinin 25 Temmuz 1918 tarihli kararıyla suçsuzluğu tespit edilerek oybirliği ile beraatına karar verildi.  

Bu tahkikat ve yargılama sırasında, Boğazlıyan tehcirine dair suçlamalar bağlamında Keller Köyü ve civarında Ermenilere yönelik öldürme olayının olduğuna dair herhangi bir iddia ortaya atılmamıştır. Halbuki 1917 yargılamalarında Ermeniler de şahit olarak dinlenmişler ve Ermenilerin şahitlikleriyle cezalar verilmiştir. Bu yargılamalarda Ermenilerin öldürme olaylarından bahsetmemeleri kayda değerdir. Aynı dönemde diğer mahkemelerde öldürme olaylarından dolayı idama mahkum edilen sanıklar olduğuna göre Yozgat bölgesinde de aynı suçlamalarla yargılamalar yapılabilirdi. Fakat iddianamede bu suçlamalar yer almamıştır.

Kemal Bey, hükümetin yasaklamadığı bir uygulama nedeniyle tutuklanmış fakat daha sonra suçsuzluğu tespit edilerek serbest bırakılmıştır. Ancak ileride açıklanacağı üzere Kemal Bey 1919 yılında ikinci kez tutuklanarak yargılanmış ve böylece Osmanlı mahkemelerinin 1917 ve 1918 yıllarında vermiş olduğu hükümler tanınmamıştır.

12. Hükümet tehcir işlemlerini 21 Şubat 1916 tarihinde verdiği bir emir ile, zararlı faaliyetleri görülenler dışındaki kişiler bakımından tamamen durdurmuştu. Ancak 15 Mart 1916 tarihinde aldığı kararla Ermenilerin hiçbir şekilde sevk edilmemesi gerektiğini vilayetlere bildirdi. Sultan Vahdettin’in tahta çıkması ve İttihat ve Terakki Fırkasının nüfuz kaybetmesinden sonra Ermenilerin geri döndüklerine dair haberler gelmeye başladı. Bu yönde ilk karar Ahmet İzzet Paşa hükümeti tarafından 18 Ekim 1918 tarihinde alınmıştı. Bu çalışmalar sonucu tehcire tabi tutulan Ermenilerden bir kısmının Yozgat bölgesine geri döndüğü tespit edilmektedir. Ankara Valiliğinden 26 Ağustos 1919 tarihinde gönderilen bir telde Yozgat’a dönen Ermenilerin 150 hane oldukları bildirilmektedir. Bu sayı zaman içinde artmış ve Yozgat’a dönen Ermenilerin toplam sayısı 3.000 kişiye yükselmiştir. Bölgeye dönen Ermenilere ait olan terk edilen malları kendilerine tamamen iade edilmiştir. Fakat özellikle Boğazlıyan kazasında birçok Ermeni mallarının gasp edildiğini ileri sürerek mahkemeye müracaat etmişlerdir. Bu şekilde mahkemeye yapılan müracaatların sayısı 178 adettir. Tehcirden dönen Ermenilerin iaşesi de devlet tarafından karşılanmıştır[5].

13. Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşında yenilmesi ve 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla hezimetin tescil edilmesi, yıllardır sindirilen muhalefetin ve İttihatçı düşmanlığının yükselmesine neden olmuştur. İttihatçı düşmanı olarak bilinen Sultan VI. Mehmet Vahdettin’in tahta geçmesiyle savaşa girmenin ve sonunda yenilmenin tek sebebi olarak İttihatçılar gösterilmiştir. Sultan Vahdettin, İttihatçıların mutlaka cezalandırılacaklarını ve Ermenilere karşı gerçekleştirilen mezalimden dolayı İttihatçıların sorumlu olduğunu kamuoyuna açıklamıştır. Vahdettin’in bu açıklamaları İtilaf devletlerinin İttihatçıların cezalandırılması isteklerini yerine getirme zorunluluğundan kaynaklanmıştır. 11 Kasım 1918 tarihinde yeni hükümeti kuran Tevfik Paşa’nın aldığı ilk kararlar da İtilaf Devletlerinin beklentilerini karşılamaya yönelikti. Yeni hükümet vakit kaybetmeden 23 Kasım 1918 de tehcir suçlarını araştıracak bir komisyon kurmaya karar verdi. “Tahikakat-ı Fecayii Komisyonu” adındaki bu komisyonun başkanlığına Bitlis eski valisi Mazhar Bey, üyeliklerine de İstinaf Mahkemesi üyesi Artin ve Adliye Nezareti Umumi Hukukiye Müdür Muavini Haralambo Efendi getirildi. Hükümet tespit edilen bu politika doğrultusunda 11 Aralık’ta Anadolu’yu on bölgeye ayırarak her birine Ermeni tehcirini soruşturmak üzere birer kurul gönderilmesine karar verdi. Bu on bölgeden altıncısı Yozgat’ın da dahil olduğu bölge idi. Bu arada hükümet tarafsız bir incelemenin yapılması için Danimarka, Hollanda, İspanya ve İsveç hükümetlerine müracaat ederek tehcir olayını inceleyecek komisyona üye göndermelerini talep etti. Fakat hükümetin bu talebinin yerine getirilmesi İngiltere tarafından engellendi ve hukukçu üye talep edilen devletler Osmanlı hükümetinin isteğini reddettiler. Meclisi Vükela 14 Aralık 1918’de tehcir esnasında suç işleyen memurların Harp Divanında yargılanmalarını temin edecek kararı aldı. İşbu karar ile oluşturulan ilk Harb Divanı İstanbul’da kuruldu ve Mehmet Kemal Bey’in de içinde bulunduğu ilk İttihatçı tutuklamaları başladı. 16 Aralık’ta kurulan Harp Divanının başkanlığına Mahmut Hayret Paşa getirildi, Divanın üyeleri arasında Ermeni, Rum ve Yahudi üyelerin de bulunmasına dikkat edildi.

Diğer taraftan İtilaf devletlerinin memnun edilmesi için İttihatçı avı bütün şiddeti ile devam ediyordu. İşgal kuvvetleri komutanları tutuklanmasını istedikleri şahısları Osmanlı hükümetine listeler halinde bildiriyorlar, bu şekilde savaş döneminde görev yapan memurlar birer birer ele geçiriyorlardı. Tutuklananlar bir süre sorgulandıktan sonra Bekir Ağa Bölüğüne gönderiliyorlardı. Bekir Ağa Bölüğü, bugün İstanbul Üniversitesi olan binanın bahçesindeki bir yapı idi. Buradaki tutukluların sayısı 200 kişiye ulaşmıştı. Aralarında mebuslar, valiler, kaymakamlar, ordu kumandanları, gazeteciler vardı. Hatta eski Şeyhülislam Hayri Efendi ve Musa Kazım Efendi de tutuklular arasındaydı. Bekir Ağa Bölüğünün diğer bir tutuklusu ise Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey’di.

14. İtilaf devletlerinin geniş bir yönetici kitlesinin idam edilmesine yönelik beklentilerini Tevfik Paşa hükümeti karşılayamadı. Bu sırada ilk kez 1911 yılında kurulan ancak İttihatçılar tarafından dağıtılan Hürriyet ve İtilaf Fırkası üyeleri de Mondros Mütarekesi sonrasında yurda dönmüşlerdi ve iktidarın kendi hakları olduğunu seslendirmeye başlamışlardı. Buna rağmen Sultan Vahdettin iktidarı daha ılımlı gördüğü ve kendi kontrolünde tutabileceği Tevfik Paşa’ya vermişti. Hızla örgütlenen Hürriyet ve İtilaf Fırkası 10 Ocak 1919 tarihinde tekrar kurularak siyasi hayatına ikinci kez başladı. Sultan Vahdettin’e baskı yapan Fırkanın organizasyonu Damat Ferit Paşa tarafından yapılıyordu. Damat Ferit Paşa’nın Baltalimanı’ndaki evinde toplanan fırka temsilcileri burada belirledikleri stratejide iktidar olmak için İtilaf devletlerinin desteklerini almanın ve bunun için de Ermeni konusunda bu devletleri memnun edecek politika takip edeceklerine dair güvence vermenin gerekli olduğu kararına vardılar. Fırka, İngiliz Büyükelçiliğinin desteğini sağlamak için harekete geçmiş ve yaptıkları görüşmelerde Tevfik Paşa hükümetinin Ermeni kırımından sorumlu olanları asla idam etmeyeceklerini söylemişler ve kendilerine destek verilmesi durumunda iktidara geldiklerinde yapacakları ilk işin Ermeni kırımından sorumlu tutulan İttihatçıların şiddetle cezalandırılması olacağını söylemişlerdi.

Verilen güvencelerden sonra 4 Mart 1919 tarihinde Damat Ferit Paşa ilk Hürriyet ve İtilaf Fırkası hükümetini kurdu. Hükümet 8 Mart 1919 tarihinde programını bir beyanname ile ilan etti. Damat Ferit basına verdiği ilk mülakatında İttihatçıların cezalandırılacağını ısrarla belirtti. Damat Ferit bu mülakatta sözlerine şu şekilde başlıyordu: “… Her şeyi kendisine medyun olduğum, beni mekteplerinin rahle-i tedrisinde çocuk olarak gören ve tekrar gördüğüm zaman bende derin bir heyecan ve tesir uyandıran Fransa’dan bahsetmek isterim.”

Siyasi politikasını kin ve intikam duyguları ile İtilaf devletlerine yaranma çabası üzerine bina eden Damat Ferit Paşa, Ermeni meselesinin çözümünde de bu tarz hareket etmeye başlamıştı. 30 Mart 1919 tarihinde İtilaf devletleri temsilcilerine “Ermenistan’ın İngiltere’nin arzusu ve diğer büyük devletlerin mutabakatlarıyla müstakil veya muhtar bir cumhuriyet olarak kurulacağını” bildirdi.

15. Yeni hükümet 5 Şubat 1919 tarihinde yargılamalara başlayan Divan-ı Harb’in yavaş çalıştığı gerekçesiyle 8 Martta Harp Divanlarını yeniden düzenleyen ve mahkemedeki adliye üyelerini tasfiye eden bir karar aldı. Yeni kararname ile oluşturulan İstanbul Divan-ı Harbi’nin başkanı Ali Fevzi Paşa oldu. Fakat onun istifa etmesi üzerine 19 Martta Divan-ı Harb başkanlığına Mustafa Nazım Paşa tayin edildi. Halk tarafından “Nemrut Mustafa Paşa” ve “Kürt Mustafa Paşa” lakaplarıyla anılan bu şahıs, Türklük aleyhtarı tavırları ile tanınmaktadır. Kürt Teali Cemiyetinin üyelerinden olan Mustafa Nazım Paşa daha sonra 1921 yılında askerlik mesleğinden ayrılarak Şam’a gitmiş ve burada Kürtlerin ayaklanmasını temin etmek için İngilizlerle işbirliği yapmıştır.

Sultan Vahdettin, Ermeni tehciri sırasına işlendiği ileri sürülen suçların yargılanmasının “olağanüstü” bir mahkeme tarafından yapılmasını istemişti. Padişah olağanüstü bir mahkemeyi gerçekte var olduğuna inandığı “suçluların” yargılanması için değil, mağlup bir ülkeye karşı yapılmakta olan baskılar sonucu bağımsızlığı kaybetmemek için kurulması gerektiğine inandığını belirtmiştir.

Divan-ı Harbi Örfi 24 Martta yargılamalara başladı. Divanın baktığı en önemli davalar, “Yozgat tehcir ve taktil davası” ile “Trabzon tehcir ve taktil davası” idi.

16. Kemal Bey ve arkadaşlarının suçlanmasını temin eden en önemli belgeler arasında Tahkik heyeti tarafından yapılan soruşturma sonunda hazırlanan rapor bulunuyordu. Bu raporda 1331/1915 senesi zarfında Osmanlı vilayetlerinde yerleşik Ermenilerin askeri zaruretlerin gereği olarak tehciri hakkında askeri heyetten gösterilen lüzum üzerine önceki merkezi hükümet tarafından alınmış olan kararın Boğazlıyan kazasıyla Yozgat livasında tatbik ve icrası sırasında tayin edilen mahallere sevk edilmek üzere yola çıkarılan Ermeni erkek ve kadınlarının Keller adlı mahalde ve diğer mevkilerde öldürülmeleri ve terk edilen mallarının yağma edilmesinden dolayı suçlananlardan 6 Ocak 1919 tarihinde geçici tutuklama kararıyla tevkif edilmiş olan, tehcir zamanında Yozgat Tabur Kumandanı iken daha sonra Çorum Jandarma Kumandanlığında görevlendirilmiş ve özellikleri sorgu tutanağında belirtilmiş olan Halil Osman oğlu Mehmet Tevfik;  7 Ocak 1919 tarihinde aynı şekilde tutuklanmış olan Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat eski Mutasarrıf Vekili Arif oğlu Mehmet Kemal ve tutuksuz bulunan Evkaf memuru Lütfi oğlu Feyyaz Ali ve diğer suç ortaklarının cürümleri hakkında tahkik heyetimizce icra kılınan tahkikat neticesinde sanıklardan Kemal Bey Boğazlıyan Kaymakamlığında bulunduğu sırada Ermeni tehcirinden faydalanarak ve Yozgat Mutasarrıflığı vekaletinde bulunduğu zaman sanık Jandarma Kumandanı Tevfik Bey ile birlikte ve kendilerine yardım eden kişiler vasıtasıyla ve bizzat öldürme hadisesini icra ettikleri ve terk edilen malları yağma ve kafiledekilerin para ve mücevherlerini gasp eyledikleri ve diğer sanıklardan Feyyaz Bey’in de bu tarz kötü işlerde bulunduğu ve diğerlerine katıldığı şikayetçi sıfatıyla sorgulanan Kazaros kızı Ojeni Varvaryan ve Kazaros’un karısı İstepan kızı Veronika’nın şahıslarını tespit etmeleri suretiyle açılmış olan dava ve şikayetleri ve şahit sıfatıyla çağrılan ve dinlenen Yozgat eski mebusu Mehmet Şakir Bey ve Yozgat eski mutasarrıfı Cemal bey ve eczacı kalfası Serkis Bardimyan Efendi ve halen Harp Esirleri Garnizonları Tahkik Heyeti reisi bulunan Miralay Halil Recai Bey’in kayıtlı şahitlikleri ve ifadeleri, daha önce alınmış kişilerin ifadelerinden ve bazı resmi yazışmalardan adı geçen sanıkların belirtilen hareketlerinin Ceza Kanununun 45. Maddesi gereğince yine aynı kanunun 170 ve 181’inci maddeleri hükümlerine uygun bulunduğuna karar verilmiştir.

Tahkik heyetinin raporunun okunmasından sonra söz alan savcı Sami Bey, sanıklara yönelik iddianamesini mahkeme heyetine sözlü olarak açıklamıştır. Sami Bey iddianamesinde özetle; Mahkemenin, devletin siyasi hayatında şimdiye kadar meydana gelen olayların en mühimi ve insanlık duygularının nefretle karşıladığı felaketlerin ortaya çıkmasını sağlayanlar hakkında lazım gelen adaletin hakkıyla tatbiki suretiyle bütün milletin temiz alnına sürülmek istenen kanlı lekeleri silmek ve bu şahısların millet ve mülkün saadetini nasıl şahsi menfaatlerine ve hasis emellerine feda ettiklerini ispat ederek milletin hukukunu müdafaa ederek adaletin yerine getirilmesini sağlamakla sorumlu olduğunu, Ermenilerin Osmanlı hakimiyetinden ayrılmak fikir ve kanaatiyle fevkalade özel teşkilatları neticesi olarak Osmanlı vilayetlerinde en mühim ve sınır itibariyle en tehlikeli noktasında bazı hareketler ve tertibatta bulundukları ve bu hareketlerde ordunun hareket hattını ihlal ederek olayların meydana gelmesine sebep oldukları, alınan tehcir kararının memleketin servet ve bayındırlığına kötü tesir nedeniyle yanlış olduğu ve usulünün insaflı şekilde tatbik edilmemesi ve özellikle kadın ve çocukların istisna tutulmaması nedeniyle zulme dönüştüğünü, tehcir edilecek Ermenilerin sabahın olması beklenmeden geceleyin evlerinden hükümet dairesine toplandıklarını eşya ve ziynetlerinin cüzi bir bedelle hükümet memurları tarafından alındığını, kadın, erkek ve çocukların ayrı ayrı sevk edildiğini, kadınların bir kısmının ırz ve namusuna tecavüz edildiğini, amirlerin yapılan bu kanunsuzluklara kayıtsız kaldıklarını, üç sanığın Boğazlıyan ve Yozgat’ta tehcir esnasında Ermenileri öldürmek, mallarını gasp etmek, ırz ve namuslarına tasallut eylemekle itham edilerek yargılanmalarını istemiştir.

17. Savcının iddianamesinde ileri sürdüğü suçlamalara Kemal Bey ve avukatları tarafından itiraz edilmiştir. İtirazın temel noktalarından biri Divanı Harp mahkemesinin Kemal Bey’i yargılama yetkisinin bulunmadığına ilişkindir. Zira yargılama başladığında hükümetin aldığı bir kararla İstanbul Divan-ı Harbi’nin bütün davalara bakamayacağı düşünülerek, tehcir yargılamalarının sanıkların bulundukları yerlerde yapılmasına karar verilmişti. Şayet bölgelerde örfi idare ilan edilmişse yargılamanın Örfi İdare Mahkemeleri, örfi idare ilan edilmemişse genel mahkemeler tarafından yapılması gerekiyordu. Bu karar gereğince Kemal Bey’in Yozgat’taki bir mahkeme tarafından yargılanması gerekiyordu. Kemal Bey, hükümet tarafından alınan bu karara aykırı olarak İstanbul’a getirilmişti. Kemal Bey’in mahkemenin yetkisine yönelik itirazı mahkemece değerlendirilmiş ancak yargılama yetkisinin bulunduğuna karar verilmiştir.

Kemal Bey savunmasında tehcirin hükümet kararıyla yerine getirildiğini, kendisinin Boğazlıyan Kaymakamı olduğu tarihte bu emri Yozgat Mutasarrıfı olan Cemal Bey’den aldığını, sevkiyatı Kayseri üzerinden Suriye’deki Deyr-i Zora yaptıklarını anlatmıştır. Sevk edilen kişilerin mallarının Hükümetin emriyle oluşturulan emvali metruke komisyonuna bırakıldığını, Mahkeme heyetinin sorması üzerine İttihatçı olmadığını, Fırka ile doğrudan bir ilişkisinin bulunmadığı belirtmiştir.

Davanın son duruşması 7 Nisan 1919 tarihinde yapıldı. Duruşmada ilk önce savunma avukatlarından Selahaddin Bey’in savunması dinlendi. Kemal Bey’in avukatı ilk önce iddia makamının olaya uygulanmasını talep ettiği Ceza Kanununun 56. Maddesinin olayda uygulanma kabiliyetinin bulunmadığını açıkladı. Daha sonra şahitlerin ifadelerini tahlil ederek gördüklerini anlatan ve kin duygusu dışında hareket etmiş hiçbir şahidin olmadığını, şahitlerin beyanlarının gerçeklerle bağdaşmadığını her bir şahidin beyanını tek tek ele alarak açıklamıştır. Kemal Bey’in öldürme hadisesinin yaşandığı Keller’de gördüğünü söyleyen şahidin beyanının, olayın olduğu tarihte Kemal Bey’in makamında bulunduğunu ispat ederek cevap vermiştir. Keza diğer şahitlerin de gördüklerini değil dedikodu mahiyetinde duyduklarını mahkemede söyleyen kişilerden ibaret olduğunu, müvekkilinin on paralık bir servetinin dahi bulunmadığını belirtmiştir.

Kemal Bey de savunmasında, Ermenilerin asırlardan beri Osmanlı Devleti’nin yönetiminde yaşadıklarını ve hatta hakim millet olan Müslümanlardan sanat, ticaret ve diğer iktisadi konularda üstün bir gelişmeye nail oldukları halde son zamanlarda ortaya çıkan milliyetçilik duygularının yönlendirmesiyle istiklal davasıyla ihtilal hareketlerine ve Birinci Dünya Savaşında devletin içinde bulunduğu kargaşayı maksatlarını gerçekleştirmek bakımından uygun bir zemin ve zaman kabul ederek dışarıdaki fesatların da kışkırtmasıyla memleket savunmasını ihlal edecek biçimde hareketlere teşebbüs ettiklerini, Hükümetin meydana gelen olaylar nedeniyle emniyeti sağlamak ve memleket savunması amacıyla Tehcir Kanunu çıkarttığını, kanunun tatbiki sırasında bu unsurların savunmadan aciz kısmı hakkında bazı kötülük icrası suretiyle zulme uğramış olmalarından dolayı bu fiili yapanlar hakkında icra edilen bu muhakemenin ehemmiyetinin bir kat daha ortaya çıktığını, Ermeni komitelerinin bağımsız bir Ermenistan vücuda getirmek emeliyle ilk önce Avrupa’da daha sonra memlekette nasıl aktif olarak çalıştıkları ve devletin gaileli zamanlarında ekseriya zaafından istifade ederek ne gibi kötü olaylara sebebiyet verdiklerinin bilindiğini, Ermenilerin her ne pahasına olursa olsun devletimizin zararına bir bağımsızlığı başlıca amaç edindiklerini, çeşitli cephelerde düşmanla birleştiklerini, vicdansız cinayetlerle Van, Karahisar, Muş hadiselerini gerçekleştirdiklerini, Müslümanları ve ordunun sevkiyat kollarını imhaya giriştiklerini, bu kadar büyük cinayetlerin müdafaasız ve hamisiz kalmış olan bu safhasının tetkik olunmadıkça ve mahkemenin bugün meşgul olduğu hadisenin bu bakış açısından muhakeme edilmedikçe verilecek hükmün, İslamiyet ve insaniyetin vicdanını aydınlatamayacağını, Osmanlı ailesinin en sakin ve hakperver, en düşkünlere lütufkar ve müsamahakar bir unsuru olan Türklerin her halde olayların müsebbibi ve zalim mevkiinde olmadığını, Müslümanların eskiden olduğu gibi bu sefer de bütün vatandaşlar hesabına çokça kanını verirken Ermeni milletinin, Osmanlı ailesini yıkıp çıkarak kendine bir istiklal temin etmek maksadıyla bizzat İslam’a, orduya, her sınıf ve her yaştan kadın erkek bütün Müslümanlara saldırdığını, Rus ordusunun öncülüğünü yaparak koca bir masum unsuru kesip mahvettiğini, tehcir esnasında vuku bulan hadiselere gelince, Ermeni çetelerinin mezalimi ile ateşten kaçarcasına hudut boyuna ve içeri gelenlerin perişan görüntülerinin ve yüzbinlerce masum Müslümanın zalimce katledildiğinin İslam ahalisi arasında yayılması, halkın kızgınlık ve kinini tahrike yeterli ve galeyanı başlatıcı olduğunu, Ermenilerin memleketimizin askeri kuvvetlerinden mahrum bulunmasına güvenerek katliam yapmaktan geri kalmamalarının ihtimali ki iddia edildiği şekilde Yozgat livası dahilinden sevk edilen bazı Ermeni muhacir kafilelerine, Ermenilerin Müslümanlar hakkında gerçekleştirdiği her nevi faciaya şahit olmuş bazı asker firarilerinin tecavüzüne sebebiyet verdiğini belirtmiştir.

Kemal Bey savunmasında, “Harpte mağlup durumumuzun aleyhimizde husule getirdiği hezeyanı durdurmak maksadıyla iddia makamının da talebi üzerine kurbanlar verilmesi bir siyaset iktizası farz ediliyorsa, kendisi gibi küçük bir memurun kurban edilemeyeceğini, mahkemenin kurban seçmekle değil, ancak hak ve adalete binaen hüküm vermekle vazifeli olduğunu, Keller’de kimseyi öldürmediği gibi, kimseyi öldürmeye teşvik etmediğini, şahitlerin yalan söylediklerini, gasp ve yağma yaptıklarını tespit ettiği kişileri Kayseri Divanı harbine sevk ettiğini” belirtmiştir.

18. Mahkeme 8 Nisan 1919 tarihinde kararını vermiştir. Bu kararda Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in ve Yozgat livası Jandarma Komutanı Binbaşı Mehmet Tevfik Bey’in tehcir uygulamasını verilen emirlere uygun olarak yapmadıkları, kişisel çıkarlarını gözeterek Ermenilerin hukuklarını çiğnedikleri, sanıkların suçlu olduklarının şahitlerin ifadelerinden anlaşıldığı, Kemal Bey’in Yozgat Sancağında en büyük mülki amir olduğu halde öldürme ve yağma olaylarını düzenleme ve sorumsuz kişileri, kafileyi sevk etmekle görevlendirilenlere amir tayin etmesi sebebiyle asıl suçlu olduğu ve idam cezasıyla cezalandırıldığı, Tevfik Bey’in ise 15 yıl geçici kürek cezasıyla cezalandırıldığı belirtilmiştir.

İdam kararının infaz edilebilmesi için Sultan Vahdettin’in bunu onaylaması gerekiyordu. Karar Sultan’a verilince, Sultan Şeyhülislam’ın kararı görerek fetva vermesini istedi. Saraya davet edilen Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye Sultan Vahdettin; “Benim iki sıfatım vardır. Biri saltanat, diğeri hilafet. Saltanat sıfatı gereğince bu hükmü imzada tereddüt etmezdim; çünkü Kanun-ı Esasi hükümlerine göre sorumlu değilim. Fakat hilafet sıfatı gereğince evvela Cenabı Hakka, ikincisi de Peygambere karşı sorumluyum. Siz hilafet sıfatıyla vekilimsiniz. Sizi de bu sorumluluğa ortak etmek isterim. Bununla birlikte gerek idam ve gerekse uzun süreli hapis hakkında verilecek her hükmü, tarafınızdan ayrı ayrı fetvaya bağlamadıkça imza edemem” diyerek düşüncelerini bildirmiştir[6]. Şeyhülislam ertesi gün istenilen doğrultuda fetvayı yazılı olarak vereceğini söyleyerek Sultan’ın huzurundan ayrıldı. Ertesi günü Sultan Vahdettin’in Şeyhülislam ile aralarında geçen konuşmayı Özel Kalemi Ali Fuat Bey’e anlatımından, Şeyhülislam’ın da böyle bir kararın altına imza atmak istemediği ancak yapılan baskılar karşısında mecbur kaldığı ortaya çıkmaktadır. Nitekim fetva gelmiş ancak Sultan fetvanın istediği gibi olmadığını belirterek, kendi tarif ettiği şekilde yeniden yazılmasını Şeyhülislam’dan istemiştir. Ancak fetva gelmeden kararnameyi fazla bekletmemek için imzalayarak Harbiye Nezaretine göndermiştir. Böylece fetva sorunu idam kararı infaz edildikten sonra çözülmüş oluyordu. Şeyhülislam’ın fetvası şu şekilde idi: “Divan-ı Harp tarafından idama mahkum edilen Kemal’in yargılanması hak ve adalete uygun bir şekilde gerçekleşmiş olduğu takdirde hakkında verilmiş olan idam hükmünün fetva varakasında kayıtlı olduğu gibi şeriat hükümlerine uygun olduğu arz olunur”[7].

19. Kemal Bey, 10 Nisan 1919 tarihinde Perşembe günü saat 19.00 sıralarında Beyazıt Meydanına getirildi. Kemal Bey, yavaş adımlarla ve oldukça metin ve sakin şekilde şimdiki İstanbul Üniversitesi Rektörlüğünün önünde kurulan darağacına yaklaşıyordu. Son sözünün olup olmadığı sorulunca halka hitap etti: “Sevgili vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma inancım ve vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki ben masumum! Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa kahrolsun böyle adalet! Yaşasın millet! Benim sevgili kardeşlerim. Asil Türk Milleti’ne çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Vatan uğruna cephede ölen bir insan gibi şehid gidiyorum. Allah vatan ve milletime zeval vermesin… Amin”.

Kemal Bey son sözlerini söyledikten sonra daha önce kaleme aldığı vasiyetnamesini görevlilere teslim ettikten sonra hakkındaki idam hükmü infaz edildi. Kemal Bey idam edildiğinde 35 yaşında idi.

Kemal Bey’in son sözleri ardından idamı, meydanı dolduran Türk vatandaşların üzüntüsüne Ermenilerin ise sevinç gösterisine sebep olmuştur. Kemal Bey’in idamı Türk milletinin cezalandırılması gibi bir duyguya yol açmış ve kahraman olarak nitelendirilmiştir. Cenazesini yalnızca ailesi değil Türk halkı da sahiplenmiştir. Cenazesi önce Kadıköy’e götürülmüştür. Ertesi gün tabutu Türk bayrağına sarılarak aralarında askerlerin ve üniversite öğrencilerinin de bulunduğu kalabalık bir toplulukla kaldırılmıştır. Kemal Bey’in cenazesine binlerce kişi “Büyük Şehit” yazılı pankartlarla katılmıştır. Kemal Bey’in ölümü milletin uyanışına sebep olmuştur. Cenazesine katılan binlerce kişi İtilaf Devletleri ile antlaşmanın mümkün olmayacağına ve İstiklal Harbi yapılması gerektiğine inanmışlardır.

Cenaze, hüzünlü kalabalığın eşliğinde Kadıköy Kuşdili Çayırı’ndaki Mahmud Baba Türbesi’nde defnedilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün girişimiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi 14 Ekim 1922’de çıkardığı özel bir kanunla Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’i Milli Şehit olarak kabul etmiş ve geride kalan eşi ve çocuklarına maaş bağlanmasına karar vermiştir. Böylece Türk milleti Kemal Bey’in son sözlerinde belirttiği emanetine sahip çıkmıştır. 

20. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in idamına konu olan olayların gelişimi ve yargılanma süreçleri geçmişte kalmış tarihi olaylar olarak okunamaz. Tarihin gerçekte en iyi öğretmen olduğu akıldan çıkartılmamalı ve günümüzde yaşanan olayların sebep ve sonuçları konusunda bu olaylardan önemli dersler çıkartılmalıdır. Bu bağlamda;

a. Devleti yönetenlerin Türk tarihini çok iyi öğrenmeleri, yaşanan olayların sebep ve sonuçlarının siyasi analizlerini yaparak benzer olaylarda alınacak kararlarda bu tarihi tecrübeyi göz önünde bulundurmaları gerekmektedir.

b. Ülkemizde yaşadığımız sorunlara asla Avrupa ülkelerinin tanımlamalarıyla bakılmamalı, Avrupa ülkelerinin sorunun adını koyduktan ve bunu kabul ettirdikten sonra sorunun çözümüne yönelik taleplerinin ülkenin lehinde olmayacağı akıldan çıkartılmamalıdır.

c. Türk Devletinin gerek siyasi gerek askeri gerekse iktisadi konulardaki geleceği Avrupa ülkelerinin insafına terkedilmemeli ve bu konularda kendi kendine yeten güçlü bir mekanizma kurulmalıdır.

d. Ülkemizdeki her türlü sorunun çözümünde iyi işleyen güçlü hukuk kurumları oluşturulmalıdır.

e. Hayatını milletine ve vatanına vakfeden insanlar, yabancıların siyasi korumasını sağlamak amacıyla feda edilmemelidir.

Bu yazıyı Kemal Bey’in vasiyetnamesindeki satırlarla bitirelim: “Allah millet ve memlekete zeval vermesin, ferd ölür, millet ise yaşar ve inşallah Türk milleti yaşayacak ve isbat-ı mevcudiyet edecektir”.

Ali NADİR

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

Dipnotlar:

[1] Bu yazının hazırlanmasında tarihi olaylara ilişkin tespit ve değerlendirmelerde, Taha Niyazi Karaca’nın “Yozgat Ermeni Ayaklanmaları ve Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey Olayı, 2. Baskı, IQ Kültür ve Sanat Yayıncılık, İstanbul 2010” isimli eserinden yararlanılmıştır. Bu yazı büyük ölçüde Karaca’nın adı geçen eserinin özetlenmesi suretiyle oluşturulmuştur. Bu nedenle, yazarın hoş görüsüne sığınılarak, yazı metninde zorunlu olmadıkça esere ayrıca atıf yapılmayacaktır. Konuya ilişkin ayrıntılı bilgi almak isteyenlerin bu değerli çalışmaya ve bu çalışmanın kaynakçasında zikredilen literatüre başvurmaları gerekir.

[2] Bkz. Karaca, s. 50, 51.

[3] Karaca, s. 79.

[4] Karaca, s. 163, 164.

[5] Karaca, s. 188.

[6] Karaca, s. 280.

[7] Karaca, s. 283.

Bu yazının hazırlanmasında ayrıca aşağıda adresleri verilen internet sitelerindeki bilgilerden de istifade edilmiştir.

https://web.archive.org/web/20210414075341/https://www.karar.com/kaymakam-mehmed-kemal-kimdir-ne-zaman-ve-neden-idam-edildi-1612272

http://www.eyupsultan.gov.tr/milli-sehit-bogazliyan-kaymakam

https://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/yozgat-tehciri-davasi-ve-kemal-bey/

https://turkegitimsen.org.tr/lib_yayin/166.pdf

https://www.dunyabulteni.net/arsiv/bogazliyan-kaymakami-kemal-bey-kimdir-h110820.html

https://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=4343

https://www.hurriyet.com.tr/gundem/bogazliyan-kaymakami-kemal-bey-102-yil-sonra-hala-beyazit-meydaninda-41785300

Author: Yönetici