Son günlerde yolda yürürken bile insanları başları önünde ellerinde telefonlarıyla haşir neşir halde görür olduk. Toplantılarda, ders çalışırken veya misafirlikte bile hepimizin elinde cep telefonlarımız, başımız önümüzde ortamdan uzaklaşır olduk. Hatta ve hatta dün teravih namazı kılarken ara verildiğinde, o kısacık zaman diliminde dahi bir arkadaşımın sosyal medyayı takip ettiğine şahit oldum.
Bu ürkütücü bir bağımlılık olmuş; hepimiz etkilenmişiz! Hafif bir can sıkıntısında tek alternatifimiz olmuş sosyal iletişim araçları… Bir süre uzak kalsak sosyal medyadan kendimizi mecbur addetmişiz bir göz atmaya, beğenilere/yorumlara anında cevap vermeye… Bize ilginç gelen her haberi, her olayı sormadan sorgulamadan paylaşıp yaymaya mecbur hissediyoruz sanki kendimizi… Bu da müthiş bir bilgi kirliliği getiriyor. Yalan yanlış şeyler ile zihinlerimiz doluyor. Kötü eğitiliyoruz…
Okumayı sevmiyoruz! Hatta beğeni yaptığımız uzun metinleri bile okumuyoruz çoğu zaman; başlığı ya da fotoğrafı beğendiysek “paylaş” butonuna bir “tık” koyuyoruz ve yüzlerce kişiye ulaştırıyoruz ne yazdığını bile net bilmediğimiz bilgiyi… Okumayı sevmiyoruz evet… Ama konuşmaya ve ahkâm kesmeye bayılıyoruz… Bilgi sahibi olmadan fikir sahibiyiz birçoğumuz… Dolayısıyla bilgisi olan da konuşuyor/yazıyor, bilgisi olmayan da…
Okumaya üşendiği, ne olduğunu bilmediği bilginin kaynağını araştırmak da gelmiyor tabii ki kimsenin aklına. Sağından solundan okuduğu üç beş cümleyle bir de baba yorumlar yaparak paylaşıyor kaynağı belli olmayan bilgileri… Böylece meydana gelen bilgi kirliliği zihinlerimizi allak bullak ediyor…
Bu durumun en vahim örneği de sağlık ile ilgili bilgilerin paylaşılması… Geri dönülmez hataların başlamasına neden olabiliyor.
Sosyal içerikli paylaşımlar, sosyolojik ve ya psikolojik veriler herkes tarafından kullanılıyor, hiçbir bilgi veya eğitime sahip olmayan kişiler kendilerini danışman ya da rehber olarak konumlandırabiliyor. Takipçilerinin listesi de arttıkça artıyor. Ehil olmayan bu kişilerin paylaşımlarının o takipçileri ne şekilde etkileyebileceğini ise varın siz düşünün.
Bir de ünlü kişilerle polemiğe girerseniz reytinginiz tavan yapıyor, herkes sizi konuşuyor… Hele de takipçileriniz bu kişiden pek hoşlanmıyorsa yorumlarıyla dövüyorlar adamı… O kişinin konuyla ilgili yaptığı araştırmalar, çalışmalar, harcadığı emek ya da polemiği oluşturanın konu hakkında hiçbir bilgisinin olmaması kimin umurunda… Hemen tu kaka ediliveriyor şahıs; bak ne güzel falan kişiyi paylamış, haddini bildirmiş, helal olsun adama vs. vs… Yorumların sonu gelmiyor. Oysaki yazan kişi iftira attı ise destek veren yorumcular da o iftiraya alet oluyorlar, farkına varabilseler belki doğruluğunu araştırma ihtiyacını da duyarlar. Belki de bir ailenin yok olmasına sebep olabileceklerini bilseler, karaladıkları suçsuz bir insanın hayatını mahvedebileceklerini bilseler veya vicdanlarını sorgularlar…
Bu farkındalığı kazanmanın tek yolu var; Okuyun! Araştırın! Sorgulayın! Öyle her gördüğünüze sırf işinize geldiği için kayıtsız şartsız inanmayın, hadi bunu yapıyorsunuz en azından paylaşarak ne olduğunu bilmediğiniz konularda kimsenin günahına girmeyin!
Ve bunca bilgi kirliliğinin ve ego tatminin içinde o kadar çok vakit geçiriyoruz ki gerçek dünyayı kaçırıyoruz, hayat avuçlarımızdan kayıp gidiyor ne olduğunu anlamadan… Arttıkça artıyor farkında olmadan kendimizi mahkûm ettiğimiz yalnızlığımız…
İnternete girdiğimiz zaman saatlerimizin nasıl geçtiğini bilemiyoruz. Belki de aynı odada iki meslektaşız ama birbirimiz ile konuşmak yerine sosyal medyadaki kavgaları takip etmek ve okumak daha çekici gelebiliyor.
Aile ortamında bile herkes elinde cep telefonu, kendi odasında sosyal medyada yalnızlaşıyor. Aile bireylerinin doğal ihtiyaçlar dışında günlerce birbiri ile konuşmadığı olabiliyor. Ve hatta çocuğumuzun derdini bile konuşarak değil de sosyal medya hesabından görerek öğreniyoruz çoğu zaman… Ne acı!
Sosyal âlemin acımasızca zamanımızı çalmasına, eğitimimizi/işimizi engellemesine, aile yaşantımızı mahvetmesine, arkadaşlık duygularımızı köreltmesine kısaca bizi yalnızlaştırmasına izin veriyoruz… Haksız mıyım?
Prof. Dr. Hamdi Temel