27 Mayıs 1960 Darbesi Üzerine Notlar

1. Bugün 27 Mayıs 2021. 27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan askeri darbenin üzerinden tam 61 yıl geçmiş… Her sene 27 Mayıs geldiğinde bu darbe hatırlanır, çok sayıda insan bunu yapanlara lanet mesajları yayınlar ve darbecilerin kurduğu uydurma mahkemeler tarafından verilen kararla idam edilen Başbakan Adnan Menderes’i, Dış İşleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ı rahmetle anarlar. Biz de rahmetle anıyoruz…

2. Ancak 27 Mayısı sadece bu kişileri rahmetle anmak, onlara dua etmek ve bir sonraki 27 Mayıs tarihine kadar da konuyu unutmak, “başbakanını asmış bir ülke” gerçeğini anlamada yeterli değildir. Öncelikle bu darbenin Türkiye’nin yörüngesini değiştirmek üzere yapıldığını, daha sonra yapılan askeri muhtıra ve darbelerin ise, Türkiye’nin yeni yörüngesine oturması için yapılan rötuşlar olduğunu belirtmek gerekir. Bu nedenle darbelerin Türk milletinde açtığı siyasi ve sosyal yaralar, travmalar ve sorunlar her ne ise bunun ana kaynağı 1960 darbesidir. Bu itibarla 27 mayıslar, Türkiye’nin ne olduğunu, ne olması istendiğini, darbe sonrası idamların Türkiye’nin siyasi geleceğini nasıl etkilediğini, Menderes’in olması istenen Türkiye bakımından neden tehlikeli görüldüğünü düşünme, konuşma, anlama ve bu tür darbelerin tekrarlanmaması bakımından şuurlanma imkanı olarak değerlendirilmelidir. 

3. Demokratik ülkelerin en önemli vasfı, ülkedeki siyasi iktidarın millet iradesiyle belirlenmesidir. Seçimler yoluyla belirlenen iktidar organları, gücünü doğrudan millet iradesinden alarak devlet yetkisi kullanmaktadırlar. Milletin iradesine dayalı olarak oluşturulan siyasi iktidarın hangi esaslar dahilinde ülkeyi yöneteceği ise anayasalarda belirlenmektedir. Türkiye Devletinin ilk anayasası olan 20.1.1337 (1921) tarihli ve 85 sayılı Teşkilatı Esasiye Kanununda (1921 Anayasası) Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” (m. 1) şeklindeki hükümle, egemenliğin (siyasi iktidarın) millete ait olduğu açıkça belirtilmişti.

Türkiye’de ilk olarak, 27 Mayıs 1960 tarihinde, Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki bir kısım subayların öncülüğünde gerçekleştirilen “darbe” ile, 1921 ve 1924 Anayasalarına göre millet iradesine dayalı olarak oluşturulan siyasi iktidarın varlığına ve işleyişine son verildi.  Böylece, hem egemenliğin millete ait oluşu, hem de devletin yönetim biçiminin Cumhuriyet olduğu ilkesi 1960 darbesiyle ilelebet yürürlükten kaldırılmış oldu. Bu yönüyle 1960 darbesi Türkiye Cumhuriyeti Devletinin vasfını, kimliğini, varlık sebebini esastan değiştiren bir mahiyete sahiptir. 1960’dan sonra da Türkiye’de çok sayıda darbe ve darbe teşebbüsleri olmuştur. Ancak bunlar, 1960 darbesiyle yeniden kurulan devletin eksik kalan parçalarının yerine oturtulması, restore edilmesi işlevini görmüştür. Halbuki 1960 darbesi, Türkiye’yi rotasından, hedefinden saptırmış ve İstiklal Harbi ile kurulan Cumhuriyet idaresine son vererek, Türkiye Cumhuriyeti Devletini yeni bir amaçla yeniden inşa etmiştir. Zira milletten yetki almayan ordu mensuplarının millet iradesiyle oluşturulan siyasi iktidar düzenine son vermesiyle birlikte, Türkiye’de artık “İkinci Cumhuriyet” olarak adlandırılan yeni bir devlet anlayışına ve yapısına geçilmiştir. Nitekim bu yeni Cumhuriyetin kuruluşu da, ilkine nazire yapılırcasına, yirmi seneye yakın milli bayram sayılıp kutlanmıştır.

1960 darbesinin İstiklal Harbi ile kurulan Cumhuriyet idaresine son vermekle sağladığı en büyük başarı (!) Türk vatanı üzerinde Türk milletinin sözünün (hakimiyetinin, egemenliğinin) geçerli olmadığının tüm dünyaya ilan edilmesi olmuştur. Zira İstiklal Harbini kazanmış olmak, Türk milletine kendi sözünün geçerli olacağı bir vatan bahşetmişti. 1960 darbesine kadar, Türkiye bir şekilde, İstiklal Harbine katılarak bu harbi kazananların siyasi rotasında ilerledi. İstiklal Harbinin kazanılmasından yaklaşık 40 yıl sonra ibre, harbi kaybedenlerin siyasi üstünlüğüne yol açan bir rotaya evrildi. 1960 darbesi, Türk vatanı üzerinde artık İstiklal Harbini kazanan Türk milletinin değil, bu harbin kaçkını veya karşısında bulunan kişilerin, İstiklal Harbiyle mağlup edilen devletlerin oluşturduğu uluslararası örgütlerin (NATO, CENTO), bunların sahibi gözüken Amerika Birleşik Devletlerinin ve bunun da arkasında bulunan uluslararası sermayenin (kapitalist dünya sisteminin) sözünün geçerli olacağını ilan etmiş oldu. Nitekim 1960 darbesini yapanların, radyodan okudukları darbe bildirisinde NATO ve CENTO’ya bağlılıklarını arz etmeleri, bundan böyle Türkiye’yi sözü geçen uluslararası örgütlerin güdümüne sokmayı başardıkları anlamına geliyordu. Nitekim bu örgütlere bağlılık daha sonra yapılan 1980 darbesinde ve hatta 15 Temmuz 2016’da gerçekleştirilen darbe teşebbüsünde de darbecilerin bildirilerinde tekrarlanacaktı. 

1960 darbesinin Türk milleti tarafından seçilmiş siyasi iktidarı ve anayasal düzeni ortadan kaldırmakla elde ettiği ikinci başarı (!), birincisine bağlı olarak, bundan böyle halkın seçimlerde ortaya koyduğu tercihin bir öneminin olmadığını, sivil ve askeri bürokratik vesayetin seçilmişler karşısında üstün olduğunu ortaya koymasıdır. Nitekim bu darbe ve  ardından yapılan hukuk dışı Yassıada yargılamaları, Başbakan ve iki bakanın idam edilmesi, Başbakan Menderes’in idam gömleği giydirilmiş ve boynuna ilmek geçirilmiş resimlerinin halka gösterilmesi, Türkiye’de köklü bir iktidar değişikliğini vurgulamak, sivil ve askeri bürokrasinin üstünlüğünü perçinlemek, yeni siyasi iktidarın seçimle gelenler değil, onların da üzerinde bulunan uluslararası sermayenin desteğini alan sivil ve askeri bürokrasi olduğunu Türk milletine göstermek için yapılmıştı.

Başbakanın idam gömleği giydirilmiş ve boynuna ilmek geçirilmiş resimlerini, özellikle bu ülkede Türk milleti lehine siyaset yapmayı düşünenlerin görmesi isteniyordu. Bu resimler hem halkın hem de siyasete giren herkesin zihninde asılı kaldı. Bu yüzden Türkiye’de siyasetçiler bir parti kurup siyasi arenaya adım atarken, sırtlarına idam gömleğini geçirdiklerinden söz ederler. Dolayısıyla 1960 darbesinden sonra idam gömleği sadece Menderes’e değil, bu ülkede siyaset yapacak olan herkese giydirilmiş oldu. Bu gömlek her dönem sivil-askeri bürokrasinin siyasetçilere karşı kesin üstünlüğünü sağlama fonksiyonu gördü. Nitekim 1990’lı yılların sonlarına doğru dönemin meşhur komutanlarından birisi, kafasını işaret ederek; “Siyaset şu kafamdaki şapka gibidir. İstediğimiz zaman giyer, bizi sıkarsa çıkartırız.” deyiverdi.

1960 darbesinin dönemin başbakanını ve bakanlarını asmak suretiyle siyaset karşısında sivil ve askeri bürokrasi lehine kurduğu bu üstünlük, Türk halkında müthiş bir korku yarattı. Bu korku, zamanla, devletin sahibinin sivil ve askeri bürokrasi olduğuna yönelik bir inanca dönüştürüldü. Basının da kışkırtmasıyla siyasilerin güvenilmez, ceplerini düşünen, ülkeye her an ihanet edebilecek kişiler, buna karşılık; özellikle askeri bürokrasinin devletin sahibi ve güvenilir kişiler olduğuna yönelik inanç hakim kılınmaya çalışıldı. Öyle ki siyasileri küçümsemek ve halkın nezdinde gözden düşürmek için, milletvekili dokunulmazlığı ve milletvekillerinin maaşı basın tarafından sürekli dile getirilen konular arasında yer alıyordu.

1960 darbesinin sivil ve askeri bürokratik elitlere siyaset karşısında sağladığı bu üstünlük, bu darbeden sonra kurulan siyasi partilerin ve Türkiye’yi yöneten siyasilerin ülkeyi 1960 darbesinin hedeflerine bağlı kalarak yönetmesini sağladı. Bu nedenle 1960 darbesinden sonra çok partili gerçek bir siyasi hayatın esasında sona erdiğini söylemek yanlış olmasa gerektir. Bu anlamda rahmetli Menderes’in “son başvekil” olarak anılması manidardır.

Tek parti döneminin insanları öfkelendiren çok sayıda icraatına rağmen, Türk milletinin her ferdinin bir diğerinin kalbinin “önce vatan” diyerek attığından şüphesi yoktu. 1960 darbesi, Türk milletinde kendi seçtiklerinin devlet bürokrasisi tarafından alaşağı edilmesi nedeniyle devlete yönelik bir güvensizlik oluşturduğu gibi, Türk milletinin birliğini ve kendine özgü siyasi düzenini bozma fonksiyonu da gördü. Zira bu darbeden sonra son derece çeşitlenen siyasi partiler, Türkiye’de insanların bütünleşmesini değil türlü şekillerde ayrışmasını ve kavganın aracı haline gelmesini sağladı. 1960 darbesiyle Türkiye’nin yönetimine hakim olan sivil ve askeri bürokrasi, bütün bu siyasi çatışmaları kendi hayatiyetini devam ettirmek için acımasızca kullandı. Nitekim 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi, 28 Şubat 1997 muhtırası ve en son yapılan 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü, Türk milletinin birliğini bozmak ve önüne dünya sistemine özgü yeni hedefler çizmek amacıyla yapıldı. Bir başka deyişle, 1960 darbesiyle, Türk devleti, uluslararası kuruluşların ve istihbarat örgütlerinin desteğiyle içeride oluşturulan işbirlikçilerinin yönettiği bir devlet haline gelirken, daha sonra yapılan darbelerle bu yeni devlet anlayışına uymakta zorluk çeken Türk milleti “hizaya” getirilmek istendi. Bir başka ifadeyle 1960 darbesi Türk devletine, sonraki darbeler ve teşebbüsler ise Türk milletine karşı yapıldı.

Bütün bu hususlar 27 Mayıs 1960’da yapılan darbenin Türkiye’yi siyasi, sosyal ve iktisadi olarak yeni hedeflere yönlendiren, devletin milletle bağını koparan, güdümlü siyaset anlayışıyla ülke yönetimini gerçekleştiren, seçimleri ve demokrasiyi bir oyun haline getiren, vatan topraklarında yaşamamızı kendi varlığında değil, uluslararası örgütlerde arayan fikri arka planının olduğunu ve bunu uygulamaya taşıyarak hedeflerine ulaşmayı seçtiğini göstermektedir. Bu anlamda ülkemizde gerçekleştirilen diğer darbelere nazaran 1960 darbesinin ideolojik bir yönü olduğunu, diğer darbelerin 1960 darbesiyle oluşturulan yeni devlet anlayışını ve demokrasiye yüklenen anlamı devam ettirmek amacıyla yapıldığını kabul etmek gerekir.

4. Türkiye Cumhuriyeti Devleti topraklarında görülen ilk askeri müdahale 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşti. Acaba bu müdahale tarihin bir zorlaması mıydı? Yaklaşık 40 sene önce İstiklal Harbini kazanan, İstiklal Marşının ithaf edildiği “kahraman ordumuz” mu, Türklerin vatanında bu müdahaleyi yapmıştı? İstiklal Harbini kazanan kahraman ordumuza ne olmuştu da, 40 yıl sonra milletin iradesi ve gücünü NATO ve CENTO’nun iradesi ve gücüne terk ediyordu?

Adnan Menderes’e ordunun darbe yapabileceği söylendiğinde “Türk ordusu müstemleke ordusu değil ki, darbe yapsın” şeklinde yanıt verdiği aktarılır. Menderes’in bu sözleri esasen İstiklal Harbini kazanan ordumuza vehmedilen güce dayanıyordu. Zira İslam’ın son ordusu olarak tesmiye edilen Türk ordusu Çanakkale’de ve İstiklal Harbinde asli vazifesinin şuurunda olduğunu göstermiş ve son olarak Misakı Milli sınırları içerisinde bizim sözümüzün geçeceğini ilan etmişti. İşte 1960 darbesi İstiklal Harbi ile kurulan Cumhuriyeti rafa kaldırdığı gibi, Türk ordusunu da Çanakkale’de şuuruna vardığı, İstiklal Harbi ile cesamete kavuşturduğu asli vazifesinden kopardı. 1960 darbesinden sonra ne devlet artık İstiklal Harbi ile kurulan Cumhuriyet idi, ne de ordu İstiklal Marşının ithaf edildiği “kahraman ordumuz”du. Bu darbe, Türk ordusunu da lağvetmişti. Zira Türk ordusunu lağvetmeden, dünya sisteminden pay ve rol alma beklentisine kavuşamayacaklardı. Nitekim 1960 darbesinden hemen sonra Türk ordusundaki subayların büyük çoğunluğunun tasfiye edilmesi, darbeyi yapanların kimler adına hareket ettiği ve amaçlarının ne olduğu konusunda önemli ipuçları vermekteydi. Artık Türk devleti, başta NATO ve CENTO olmak üzere sermayenin dünyadaki bekçiliğini yapmak üzere oluşturulmuş uluslararası örgütlere güvenlik kaygısı ile eklemlenen bir siyasi yapıya dönüşmüştü. Kuşkusuz bu tespit diğer darbeler ve darbe teşebbüsleri için de geçerliliğini korumaktadır. Nitekim 1980 darbesini yapanların Amerikalı yetkililer tarafından “bizim çocuklar” şeklinde isimlendirilmesi, Türkiye’de yapılan tüm darbelerin kimin hesabına yapıldığını ve darbecilerin aidiyetini açığa çıkarıyordu.

5.  Millet iradesini hiçe sayarak Cumhuriyeti lağveden 1960 darbesinin failleri, gasp ederek elde ettikleri yasa yapma gücünü kullanarak yeni bir anayasa yaptılar.  9.7.1961 tarihli ve 334 sayılı Kanunla kabul edilen bu Anayasanın Başlangıcında darbeciler, İstiklal Harbi ile kurulan Cumhuriyet idaresine son vermeyi “devrim” ve bunu yapanın da Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanan Türk Milleti” olduğunu belirtiyorlardı. Darbeciler tarafından yapılan 1961 Anayasasında da, darbeyi yaparken çiğnedikleri egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu hususu yer alıyordu. Ancak, darbecilerin yaptıkları anayasada millet iradesine işaret ederek yeniden Cumhuriyete ve demokrasiye geçileceğine yönelik hükümlerinin geçerliliği ancak 20 yıl sürebildi. 12 Eylül 1980 yılında Türk Silahlı Kuvvetleri, bu sefer emir komuta zinciri içerisinde, yeniden “yönetime el koydu”. Böylece, 1961 Anayasası ile yeniden başlatılan demokrasi oyunu tekrar durduruldu. 12 Eylül 1980 darbesiyle kesintiye uğrayan demokrasi oyununu yeniden başlatan askerler bu sefer yaptıkları 18.10.1982 tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının (RG: 9.11.1982, sy: 17863) Başlangıç ve Genel Esaslara ilişkin Birinci Kısmında, millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğu prensiplerine yine yer verdiler. Böylece, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu yazdıkları anayasayı, kendileri defalarca çiğnemekte beis görmediler. 1960 darbesiyle başbakanı asmanın verdiği üstünlük askeri bürokrasiye Türk vatanı üzerinde demokrasi oyunu oynama fırsatını verdi.

6. 1921 Anayasasıyla oluşturulan meclis hükümeti sistemi ve 1924 Anayasasının öngördüğü meclis ağırlıklı sistem, milli iradenin mutlak egemenliğini kabul ediyor ve bunu münhasıran Meclis’e bırakıyordu. Türkiye 1960 yılına kadar millet iradesinin mutlak üstünlüğünü benimseyen 1924 Anayasasına göre yönetildi. Türkiye’nin Cumhuriyetin ilanından sonra yaptığı çok partili siyasi hayat denemeleri esasen Osmanlı’dan gelen bürokrasinin engellemeleri ve tertipleriyle boşa çıkarıldı. İkinci Dünya savaşı sonrası, galiplerin anlayışına göre şekil almaya başlayan siyasi hayat, Türkiye’de de bürokrasiyi görünüşte de olsa çok partili siyasi hayata geçmeye zorladı. Ancak Türkiye’de yönetime kim gelirse gelsin sivil ve askeri bürokrasi devlette kendi gücünün sınırlandırılmasını istemiyordu. Bununla birlikte çok partili hayatta halkın seçtiği partilerin iktidarı ne şekilde kullanacağı, kendi güdümlerinden çıkıp çıkmayacağı da denenmeliydi.

CHP’nin içinden çıkan milletvekillerince kurulan Demokrat Parti 1950 seçimlerini kazanınca sivil-askeri bürokratik güç ile halktan yetki alan siyasi güç arasında bir gerilim doğdu. Tek parti döneminde bu gerilimin doğmamasının nedeni, parti yöneticilerinin ve milletvekillerinin de esasen bürokrasinin temsilcilerinden oluşmasıydı.

Adnan Menderes, milli iradenin diğer güçlerden üstün olduğunu, kendisinin Türk halkının başbakanı olduğunu ve Türk milleti lehine siyaset yapacağını söyledi ve asıldı. Zira Menderes’in bu sözleri sivil askeri gücü ikinci plana iten ve nereye gideceği kestirilemeyen bir mahiyet taşıyordu. Yönetimin millet lehine siyaset yapmasından rahatsız olan sivil askeri bürokratik yapı sadece darbe yapmakla kalmadı, iki bakanıyla birlikte ülkenin başbakanını da astı.

Cumhuriyet kurulduktan sonra bürokratik kesimin ülkenin yeni yönetimi ile bir sorunu yoktu. Zira bu yönetim şeklini kendileri kurmuştu ve yönetiyorlardı. Ancak halkın serbest iradesiyle ülkeyi yönetme yetkisi elde eden siyasetçinin, sivil-askeri bürokratik oligarşinin değerlerine olan samimiyeti test edilmemişti. 1950-60 arası bu test yapıldı ve siyaset sınıfı geçer not alamadığı için oluşturulan hukuki yapılarla ülkenin yönetimi değiştirilemeyecek şekilde sivil-asker bürokrasiye bırakıldı. Böylece siyaset ve dolayısıyla millet vesayet altına alındı.   

7. 1960 darbesinin hedeflerini uygulamaya geçiren hukuk olmuştur. Esasen her darbe aynı zamanda cari anayasal düzeni de ortadan kaldırdığı için anayasaya karşı da yapılmaktadır. Anayasaya göre ülkeyi yönetme yetkisi olmayanlar silahın gücüyle kendilerini yetkili hale getirmektedirler.

Nitekim 60 öncesi tehlikeyle (!) karşılaşmamak için, 1961 Anayasasıyla getirilen yeni devlet yapısı artık milli iradenin her şeyi yapmasını önleyecek şekilde dizayn edildi. Cumhurbaşkanı (emekli askerlerden birisi oluyordu) Milli Güvenlik Kurulu, Danıştay yürütmeyi denetlerken, Senato ve Anayasa Mahkemesi de yasamayı denetleyici bir fonksiyon üstlendi. Hakimler Yüksek Kurulu ve Yüksek Savcılar Kurulunun da ilk olarak 1961 Anayasası ile yargının yönetimi ve denetimini deruhte etmesiyle, 1960 ihtilalinin amaçlarından olan devletin sivil ve askeri bürokrasinin kontrolünden çıkmasını önleyecek mekanizmalar oluşturulmuş oldu.

8. Darbeler, ister başarılsın isterse akim kalsın, ortaya bir enkaz çıkarmakta ve bu enkaz doğal olarak yargı tarafından temizlenmektedir. Darbe başarıya ulaştığı takdirde – başta ülkeyi yönetenler olmak üzere- çok sayıda kişi sanık sandalyesine oturtulmaktadır. Kuşkusuz insan hak ve özgürlüklerinin ve yargı bağımsızlığının en çok örselendiği dönemler darbe süreçlerinin yaşandığı dönemlerdir. Nitekim Yassıada Mahkemesi kuruluşundan görevini tamamlamasına kadar birçok hukuk prensibini ihlal eden bir yargılama yapmıştır. Her şeyden önce bu mahkeme Cumhuriyet Döneminin yaşadığı “doğal/tabii yargıç ilkesinin” çiğnenmesinin en çarpıcı örneklerinden birisidir. Hukukun temel ilkelerine aykırı bir mahkeme tarafından merhum Menderes ve arkadaşlarının asılması, Sami Selçuk’un ifadesiyle “Devletin tasarlayarak işlediği bir cinayettir”.

Mahkeme başkanı Salim Başol’un “Sizi buraya tıkayan güç böyle istiyor.” şeklindeki sözleri de, mahkemelerin bağımsızlığı, iddia ve yargılama makamının ayrı olması, peşin hükümlü olmamak gibi çok sayıda hukuk ilkesinin ihlal edildiğini açıkça göstermektedir. Mahkeme başkanının söylediği bu söz aslında tüm süreci özetlemektedir. Karar önceden verilmiş, yargılama sadece bir usulün yerine getirilmesinden ibaret hale gelmiştir.

Yassıada yargılamaları ile ilgili diğer bir hukuk ilkesi ihlali de, sanığın lehine olan hükmün kaldırılması suretiyle bundan yararlanmamasını sağlamak suretiyle yaşanmıştır. O tarihte yürürlükte bulunan ceza kanununda, hüküm zamanında altmış beş yaşını geçmiş olanlara işlediği suçtan dolayı idam cezası verilemiyordu. Darbeciler sırf Celal Bayar’ı idam edebilmek için bu hükmü yürürlükten kaldırdılar. Bunun üzerine Türkiye’nin en ünlü ceza hukukçuları kaldırılan hükmün artık Bayar hakkında uygulanmayacağına yönelik Mahkemeye mütalaa verdiler ve Mahkeme, Bayar hakkında da idam cezasına hükmetti. 1960 darbesiyle yapılan hukuksuzluklar, sadece yargının değil, aynı zamanda üniversitelerin ve akademisyenlerin de katkısıyla sonuca ulaştı.

Yassıada’da yapılan yargılamalar, sadece mahkeme huzuruna getirilen siyasileri değil, tüm siyaset kurumunun yargılanması şeklinde anlaşılmalıdır. İddianameler, hükümler vs. esasen Türkiye’de siyasetin de sınırlarını çizmiştir.

1971 Muhtırasından sonra 1973 yılında 1699 sayılı kanunla yapılan Anayasa değişikliği ile DGM’nin kurulması ve bunların yaptıkları yargılamalar, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı, 1980 darbesinin ardından “Bir sağdan bir soldan astık.” şeklindeki engin “adalet” anlayışı ile insan hayatı üzerinde kumar oynanmasında hep yargı mercileri kullanılmıştır. Keza yargı örneğin 1980 darbesinin icrası sırasında ve daha sonra ortaya çıkan işkence, kötü muamele ve öldürme olaylarına karşı da süreci işletememiştir. Darbenin kendisi Geçici 15. madde ile koruma altına alınsa da, bu maddenin bahsedilen suçları kapsamadığı açık olmasına rağmen iddianame düzenlenmemesi, hatta 80 darbesini yapanlara yönelik iddianame düzenleyen savcının meslekten ihracı Türk yargısının ağır imtihanları arasında sayılmalıdır.

Özellikle 28 Şubat 1997 tarihiyle başlayan “post modern askeri darbe” sürecinde, askerler tarafından yapılan toplantılara yüksek yargı mensuplarının birbirleriyle yarışırcasına katılması ve kendilerine verilen brifingleri ayakta alkışlaması olgusu, 1960 darbesinin sivil-askeri bürokrasiye siyaset kurumu karşısında sağladığı üstünlüğün en somut tezahürleri arasında yer almıştır. Keza bu sürecin devamında Refah Partisi, Fazilet Partisi ve Ak Parti’ye karşı açılan kapatma davalarında, gerek davayı açan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılarının kamuoyuna yaptıkları açıklamaların tarzı ve içeriği ve gerekse Anayasa Mahkemesinin kararlarındaki gerekçeler, yüksek yargı mensuplarının 1960 darbesinin ideolojisini ne denli içselleştirdiklerinin en somut örnekleri arasında sayılabilir.

Özetle, Türkiye’de 1960 darbesiyle başlayan ve bir sonraki darbe ya da muhtıraya kadar kurulan bir düzenden ibaret olan demokrasi oyunu, Türk siyasetini sivil ve askeri bürokrasi karşısında silikleştirmiş, basının da etkisiyle siyaseti bürokratik vesayetin etkisine sokmuştur. Siyaset karşısında kendi ideolojik çerçevesini oluşturan sivil ve askeri bürokrasi, “Devletin selameti ile Milletin selameti” arasında çatışma çıktığında tavrını her zaman Devletin selametinden yana kullanmıştır. Buna yargı mensupları da dahildir. Ancak tarihin Milletin selameti lehine siyaset üretenleri ve tercihte bulunanları (Merhum Menderes ve arkadaşları gibi) her zaman haklı çıkardığı unutulmamalıdır.

Ali NADİR

SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ

Author: Yönetici