Değerli okur,
Bu mektubu hangi formatta okuyor olduğunu bilemiyorum ama 30 yıl sonra birilerine ulaşmış olması benim adıma sevindirici. İletişim/haberleşme teknolojisi baş döndürücü bir hızla geliştiği için bu mektubun basılı bir nüshasını okuyor olmana pek ihtimal vermiyorum doğrusu. Gerçi yüzyıllar öncesine ait birçok mektup bir şekilde günümüze ulaşmayı başardı ama elektronik ortamda yazılmış olan bu mektubun akıbetini kestiremiyorum.
İnternetin kitlesel manada hayatımıza girmesi taş çatlasa 20 yıllık bir mevzu. Geriye dönüp baktığımda, bu son 20 yılda internet aracılığıyla yaşamımızın her alanında radikal değişim ve dönüşümlerin gerçekleştiğini görüyorum. Örneğin, 20 yıl önce sadece kütüphaneler aracılığıyla ulaşabildiğimiz birçok kaynağa bugün oturduğumuz yerden bir tuşla ulaşabilir hale geldik. Bilgiye ulaşmak artık zamana ve mekâna bağlı olmaktan çıktı. Dolaşımda olan bilgi miktarı aklımızın alamayacağı boyutlara ulaştı. Mobil teknolojilerin gelişmesiyle birlikte internet bugün ceplerimize kadar girmiş durumda. Dünyanın en ücra noktasındaki bir gelişmeden anında haberdar olmak mümkün hale geldi. Üstelik nerede yaşadığınız da önemli değil.
Birçok işlem artık dijital ortamda yapılıyor. Mektubun yerini alan e-posta/e-mail bile neredeyse demode oldu. İnsanlar artık daha hızlı ve anlık ileti gönderip/alan mesajlaşma ve sosyal medya uygulamaları üzerinden haberleşmeyi tercih ediyor. Haberleşmenin yanında; ticaret, alışveriş, bankacılık ve sosyalleşme gibi gündelik hayatımızın en temel faaliyetleri sanal ortamlarda gerçekleştiriliyor. Alışkanlıklarımız, toplumsal ve kültürel yaşantımız da teknolojik yeniliklerle doğru orantılı olarak hızla değişiyor. En şaşırtıcı olan da insanoğlunun bu hızlı değişime aynı hızda intibak ediyor oluşu!
Benim kuşağım klasik usül mektuplaşmanın – yani mektubun el yazısıyla kâğıda yazılıp postacı vasıtasıyla muhatabına elden ulaştırıldığı şekliyle – hala yaygın olarak kullanıldığı döneme de şahit oldu, yukarıda bahsettiğim büyük dönüşümlere de… Değişimin tam ortasında olmak farklı ve ilginç bir tecrübe olsa gerek…
Bu kadar kısa bir zaman zarfında bunca değişim gerçekleştiyse 30 yılda nereye varacağımızı hayal bile edemiyorum. Bu yazı yazıldığı tarihte internet ortamında yayınlandı ama 30 yıl sonra internet kullanılmaya devam ediyor olacak mı emin değilim. Belki internet bile çoktan tarihe karışmıştır ve onun yerine kullanılan farklı teknolojiler/platformlar geliştirilmiştir. Bu mektubu öyle bir platform üzerinden okuyorsan hiç şaşırmam.
Belki kullandığım kelimelerin bir kısmı tedavülden kalkmıştır, farklı yazım ve ifade tarzları/teknikleri geliştirilmiştir. İnşallah öyle olmaz. Günümüz insanına derdimizi zor anlatırken gelecektekiler bu yazılanları nasıl anlar o zaman?
Bu mektup ilk olarak 2017 yılında Sorgun Düşünce Kulübü (SDK) adlı bir sivil toplum oluşumunun web sitesinde (www.sorgundusuncekulubu.com) yayınlandı. Böyle bir web sitesi hala aktif mi, SDK hala faal mi bilemiyorum ama ben, bu mektubu yazmama vesile olan SDK’dan birazcık bahsetmek istiyorum.
Sorgunlu iki arkadaşımızın yıllar sonra İstanbul’da karşılaşmaları sonrasında temeli atılan bu oluşuma kısa süre içinde ben ve bir grup arkadaş daha katılmıştık. 2007 yılı Kasım ayında ilk defa bir araya gelen grup bir ay İstanbul Avrupa yakasında diğer ay da Anadolu yakasında her defasında farklı bir mekânda düzenli olarak bir araya gelip kahvaltı yapma kararı almıştı.
Zaman su gibi akıp geçiyor. Ekim 2017 buluşması ile birlikte hiç aksatmadan tam 120. ayımızı, bir diğer ifadeyle 10. yılımızı tamamlamış oluyoruz. İstanbul gibi 15 milyonluk dev bir metropolün her biri bir köşesine dağılmış bir avuç Sorgunlu olarak kentin insanı ezen, öğüten, birbirine yabancılaştıran her türlü baskısına direnerek bunca zaman ayakta kalabildik. “Ayakta kalmayı başardık” demek istemiyorum çünkü topluma egemen olan başarı fetişizmi beni fazlasıyla rahatsız ediyor bu sıralar. Bunun yerine daha mütevazı kelimeler kullanmayı tercih ederim. Bir üyesi olduğum SDK da tevazuyu ilke edinmiş bir oluşum. Başından beri iddialı/şaşaalı söylemlerden hep uzak durduk. Haddimizi bilerek, yapamayacağımız şeylerin peşinden koşmadık. “Az da olsa devamlığı olan” işler ve faaliyetlerle meşgul olmayı tercih ettik. Bunun neticesinde, “damlaya damlaya göl olur” misali sosyal bir oluşumdan zamanla kendi çapında fikir ve proje üreten, bunları kitaplaştırıp yayınlayan bir yapıya evrildik.
Söz uçuyor, yazı kalıyor. Lakin biz çok konuşup, az düşünen, az okuyup, az yazan bir toplumuz. Düşünmenin, felsefe yapmanın karikatürize edildiği, mizah konusu olduğu bir iklimde “Düşünce Kulübü” etiketiyle insanların karşısına çıkmak başlı başına bir riskti doğrusu. İşin sonunda madara olmak da vardı hani… Haliyle isim konusunda tereddüt etmedik de değil. Buna rağmen bu riski – ya da sorumluluğu diyelim – almaya değer gördük. Bireyler olarak yalnızca kendimizden ibaret değiliz. Ömür boyu sadece kendi çıkarlarımız peşinde koşamayız. İçinde bulunduğumuz topluma, çevremize, yaşadığımız dünyaya ve kısaca tüm insanlığa karşı sorumluluklarımız var. Bu sorumlulukları yerine getirmenin yollarından biri de düşünmek ve düşündüğünü ifade etmek. “Büyüklerimiz bizim adımıza en iyisini düşünüp, en doğru kararı verir” anlayışının konforunda yaşamayı tercih edenler belki bu toplumda çoğunlukta ama bizim böyle bir lüksümüz olamaz. Ayrıca, her insanın topluma söyleyecek bir şeyi illaki vardır. Bu noktadan hareketle biz de söz hakkımızı kullandık.
Aslına bakılırsa zor bir zamanda yola çıkmıştık. Toplumda kutuplaşmaların çok öne çıktığı, sosyal ve siyasi grupların birbirlerine karşı düşmanlaş(tırıl)dığı, toplum tabakaları arasında ötekileştirmelerin ve önyargıların karşılıklı tavan yaptığı, buna karşın tahammül ve anlayışın karşılıklı olarak dip yaptığı bir dönemde “farklılıklarımız bir arada olmamıza ve birbirimizi anlamamıza engel olamaz” inancıyla bir araya geldik. Farklılıkları körükleyip, insanları ayrıştıranlara inat 10 yıl içinde farklı dünya görüşüne sahip birçok insanı toplantılarımıza davet ettik, tanıdık, tanıştık, karşılıklı önyargılarımızı kırmaya gayret ettik. Bu sayede kıymetli dostluklar geliştirdik. Topluma bir mesaj vereceksek; insanlara değişmelerini, yanlışlarından vazgeçmelerini tavsiye edeceksek öncelikle biz değişmeliydik. Zihin dünyamızdaki arızaları tespit edip önce kendi zihniyet dönüşümümüzü sağlamalıydık ki topluma vereceğimiz mesajın tesiri olsun. Bunu ne oranda başarırız zaman gösterecek ama emin olduğumuz bir şey var ki, bu niyetimizde hep samimi olduk. Aslında en büyük dayanağımız da bu.
İlk günden beri şunun da farkındaydık. Bu yol dikenli bir yol. Bu yolda fincancı katırlarını ürkütmek kaçınılmaz. Buna hep hazırlıklıydık zaten. “Birlik, kardeşlik” dediğimizde elbette düşmanlıktan medet umanları rahatsız edecektik. Bu yüzden, zaman zaman haksız ithamlara maruz kaldık. Niyetimizi sözlü ve yazılı olarak beyan edip bunu eylemlerimizle de destekleyip tutarlı bir duruş sergilememize rağmen hala bizden, kim olduğumuzdan ne yapmak istediğimizden kuşku duyan insanlara diyecek bir sözüm yok. Biz doğru bildiğimiz yolda yürümekteyiz. Hükmü tarih versin!
Bağımsızlığı çok önemsedik. Dik durmanın, omurgalı kalabilmenin yolunun bağımsızlıktan geçtiğinin farkındaydık çünkü. Bunun için yeri geldi bedel de ödedik, ödemeye de devam edeceğiz.
Kimseden bir ödül ya da karşılık beklemeden kendi sınırlı imkânlarımızla “iyilikte yarışmak” düsturuyla hareket ettik. Farkındalığa ihtiyaç duyulan konulara dikkat çekerek toplumsal hassasiyet oluşturmaya çalıştık. Unutulan, unutulmaya yüz tutmuş değerlerimizi hatırladık/hatırlattık. Farklı sahalarda eser ortaya koyan ama bugüne kadar hak ettiği ilgi ve desteği görmeyen emektarlara; “sizi takip ediyoruz, ürettiklerinizin farkındayız, yanınızdayız, bu yolda devam edin!” dedik.
Peki hiç yorulmadık mı? Elbette; yorulduğumuz da oldu, yıldığımız da… İnsanız çünkü! Bugünlerde gündemde olan bir kavram var: metal yorgunluğu. Adına ister metal yorgunluğu diyelim, isterse mental yorgunluk; şu sıralar bizim de üzerimizde bu türden bir atalet var. Kalıcı mı olacak, atlatabilecek miyiz, onu da zaman gösterecek.
Bizler faniyiz, hiçbirimiz kalıcı değiliz. Toplumsal yapılanmalar, kurumlar, organizasyonlar da fani. Onlar da insan ürünü çünkü. Fakat bazıları diğerlerine göre daha kalıcı, daha uzun soluklu oluyor. Ben de karınca kararınca emek verdiğim Sorgun Düşünce Kulübü’nün, ilkelerini benimseyip özümsemiş yeni kuşaklar tarafından yaşatılarak geleceğe taşınmasını ümit ediyorum. Şahsım adına üzerime düşeni yapmaya hazırım. Bayrağı bizden devralacak idealist arkadaşları bekliyorum.
30 yıl sonrasını ben görür müyüm bilemiyorum. Yaşarsam 74 yaşında olacağım ve böyle bir ihtimal yok değil. Fakat, ben göremesem bile inşallah Sorgun Düşünce Kulübü görür.
Kısa kesmem gerekiyor. Neticede bir mektup bu. Geleceğe mektup yazalım derken, iş döndü dolaştı SDK’nın 10 yılının muhasebesine geldi. Vardır bunda da bir hayır!
Ayrıca, uzun yazıların az okunmak gibi kötü bir kaderi var maalesef. Bu belki 30 yıl sonra değişmiş olur, kim bilir?
30 yıl sonra daha güzel bir dünya ümidi ve temennisiyle…
Abdullah ALPAYDIN
SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ