Saniş Hala, önünde 25-30 kadar bir kaz grubunu süre süre geliyordu. Kazlar, birkaç buğday başağı fazla yemek amacıyla sanki birbirleriyle yarış ediyor, zavallı ihtiyarın bütün çabalarına rağmen bir araya toplanmıyorlardı. Birkaçı sağa, birkaçı sola gidiyor, bir kısmı çeşmeye doğru sapıyor, bazıları da sap arabasının arkasına takılmış, dökülen başakları toplamakla meşgul oluyordu. Hala’nın kızgın ve perişan olduğu her halinden belliydi. Nihayet dayanamadı:
“Allah, osandım bu bodularıñ elinden! Ne ki çektiğim anam, zabahdan beri ayağımın ateşi çıḫdı. Sağa gop, sola gop, şu yetmiş yaşımda hıntım dermanım kesildi. Keyişin malları ne lafdan anıyo ne sözden! Etme Halimem, şunnarıñ acicik oñüne geç n’olur!”
Halime Abla kazları durdurdu. Şöyle bir evin bahçe duvarıyla çevrili köşesine doğru sürdü. Arkada kalan grupları da Saniş Hala getirdi. Hemen hepsi bir araya toplanan kazlar, biraz olsun sükunete ermişti. Şimdi iki kadın, tekrar konuşmaya başladılar:
“- O ne Saniş Hala, gine bek talaşlısıñ?”
“- Nasıl talaşlı olmayım, gormüyoñmu halımı? Get kele baba çıḫsın, bodusunda da gazında da. Ahmet bu yıl bunnarı başıma bela etti. Taa zabah ezeninden evel galḫtım, ıfırcık garannığıdı. Aldım yaymıya gotürdüm. Dağı daşı dolandırdım. Doymuyo ganmıyo, gara soyḫalar!”
“- Epey de varımış, gaç dene?”
“- Aman nebiğim ben kele! Daha işde alayı. Yarısı çalıḫ, yarısı çolaḫ. Gırıla gırıla dört dene galdı. Evelsi gun de birini Toraman’ın itleri boğmuş, soyḫasına galsıñ! Ne istediyse şuncaağaz, ağazsız dilsiz hayvandan?”
“- Kimidi ötoğon biri söylüyodu, siziñ bodular da Ayrıklı’da bostan bırakmamış girmedik.”
“- Vıyh amaan! Anam daha neler duyacaağam. Yoḫ anam yoh. Hep laf, hep laf. Şu dörtdecik bodu, bi mehleliniñ diline düşdü. Zaten öyle dedikleri dağal mi, gozünen yediler. Geçennerde kunde biri öldü, kunde biri öldü. Gala gala aha şu galdı. Bunnar da ölse de ben de gurtulsam mehleli de…”
“- Yoḫ kele niye ölüyo! Yazıḫ dağal mi? Gayri gabalaḫlaşmışlar baḫ!”
“- Yoḫ, yoḫ ölsüñ, isdemiyom. Zaten Ahmed’e dedim. Aḫlı olsa bunnarı başıma bela etmezdi benim. ‘Ahmeet’ dedim, ya şunnarı sat, ya da biriniñ oñüne gat dedim. Dutmadı sözümü, ne satdı, ne de biriniñ oñüne gatdı. Beni bööle süründürüyo işde.”
“- Ayaḫda durma, gel şöle kolgüye sekilen acik.”
“- Vıyh babaña ırahmet! Eyi dediñ kele. Ha bi tas da su ver n’olur, yandı ciğerim.”
Halime Abla yakındaki çeşmeye suya giderken, o hala konuşmaya devam ediyordu:
“- Bayaḫdan beri öldüm şu mekdebiñ yanından geçirenece. Nerden çıḫdıysa iki zağar çıhdı, boduları oñlerine gatdı, amanıñ ne mekdebiñ havlusu dedi, ne bahçesi dedi, ne mal bazarını ne buğday bazarını godu dolandırmadıḫ, dağı daşı birbirine gatdı. Hayvannar guşlar gibi çırpındı. Arḫaları sıra gopdum yetişemedim, soluğum sapdı. Çığırdım, bağardım, ‘hadi oşt, hadi oşt!’ deyi, mumkunü mü var, ha bir duysuñ ya papazın itleri. Eng soñunda kimiñ uşahlarıysa itleri daşladı, boduları da oñüme gatdı, aldım da geldim babalarına ırahmet.”
Halime Abla suyu getirmiş bekliyordu. Saniş Hala lafını bitirince verdi. O suyunu içti ve derin bir oohla Hacı Ethem’in ruhuna rahmet okudu. Tekrar konuşmaya dalmışlardı ki caddeyi kesif bir toz bulutu kapladı. Öğle vakti yaklaştığı için Çoban Binali’nin koyun sürüsü geliyordu. Koyunlar, sıcaktan hepsinin başları yerde, boyunlarındaki tongurdakın ahengine uyarak sert ve ciddi bir tabur asker yürüyüşü gibi, bütün caddeyi süpürüp ilerliyorlardı. Bilhassa öndeki keçiler, yine dökülen başakları toplamak için koyunları çok geride bırakıyor, adeta koşuşuyorlardı. Birden bu keçi ve koyun sürüsü, kazların bulunduğu köşeyi de istila etti. Saniş Hala daha ne olduğunun farkına bile varmadan kaz palazlarının şiddetli sesleriyle doğruldu. Anaç kazların boyunlarını uzatıp tıslamaları, yavruların henüz gelişmemiş kanatlarıyla uçuşmaya yeltenmeleri, Saniş Hala ve Halime Abla’nın telaşlı kurtarma çabaları, hiçbiri, hiçbiri bu bir avuç kaz grubunu, istilacı koyun sürüsünün elinden kurtaramıyordu. Manzara cidden görülmeye değerdi. Ortalık sanki ana baba gününe dönmüştü. Ezilen bacaklar, kırılıp yerlerde serilen kanatlar, uçuşmalar, çırpınmalar ve bütün bunları bastıracak derecede Saniş Hala’nın yükselen sesi:
“- Vıııııyyh! Amanıııñ! Vııııyyh, vıyh, vıyh, vıyh hele şunnara baḫıñ! Etmeyiñ gonşular, etmeyiñ! Baña ne diyoñuz? Ben neydiyim şindi, ben nerelere gidiyim? Ben bunnarı ne halınan böyütdüydüm. Ben bunnarı avuç, avuç elimde yemlediydim! Bi koyüñ davarı depelesiñ deyi mi böyütdüydüm?
Saniş Hala’nın feryadını duyan üç beş kişi ve toplanan çocuklar, sürüyü orta yerden dağıtıyor ve kazları selamete çıkarıyordu. Birkaç yaralı ve sakat kaz palazı Halime Abla’nın elinde, birkaçı da Saniş Hala’nın, durmadan yaralarını bakıyor ve ağızlarına ibrikle su döküyorlardı. Saniş Hala, biraz uzakta dağılan sürünün arasından yeni kurtulmuş çırpınan bir kaz palazı daha gördü. Telaşla ona doğru yöneldi, çocuklar da hemen başına toplandılar.
“- Amanıııñ! Aha bu da ölüyo! Vıyh, vıyh ağzını açıyo! Acik su getiriñ hele, acik su getiriñ! Allah ne deyim Binali. Ölme, yitme sürün! Şuncağaz ağızsız dilsiz hayvannarıñ ne suçu varıdı?
Saniş Hala böyle kendi kendine yanıp, elindeki yaralı palazlarla uğraşırken, sürünün arka kısmını güçlükle toparlayan, terden ve tozdan yüz hatları bitap bir hal alan, bütün yorgunluğunun acısını şu sürünün ortasında kaynaşan kadın ve çocuk topluluğundan çıkarmak isteyen Çoban Binali, sert ve boğuk, boğuk bağırdı:
“- Ulan çekiliñ şu sürünüñ ortasından, şindi yanıñıza geliyom ha!”
“- Gel, gel baḫalım gel! Şu etdiğiñi bağanıyoñ mu şu etdiğiñi?
“- Neyimiş ettiğim?
“- Baḫ gıız, koyüñ soyḫalarını üsdüme guverdi, olanca boduyu depeledi çıhdı!”
“- Ee, n’orüyüm, muḫaat olaydıñ malıña! Diner mi seniñ boduñu goca sürü!”
“- Baḫ gıız baḫ! Bi de baña çıḫışıyo! Buğader boduyu haşat etdirdi de!”
“- Ya n’orecaadim? Saña elimi mi ofalıyacaadım? Oñüne geçeydiñ boduyuñ!”
“- Üle mi? Eliñe sağlıḫ yavrum. Eh öyleyse sanki yanıña galacaadı bunnar. Aha garagola gediyom, cendermeyi çaaracaam.!
“- Get canım, neriye giderseñ get! Daha yol!”
Çaresizlik içindeki zavallı Saniş Hala, saflığının verdiği destek alma duygusuyla çıkar yolun karakola gitmek olduğu tehdidini savurarak, hiddetli yüreğine su serpmeye çalışıyordu. Karşısındaki de bu kuru sıkı tehdidi anlamış olmalı ki, hiç aldırış bile etmiyordu.
Sürünün son kalan kısımları uzaklaşmış, toplanan çocuk kalabalığı da dağılmıştı. Son olarak eteğinde topladığı yaralı palazlarla önündeki on onbeş kaz grubunu süre süre evlerine doğru giden bir ihtiyar kadın gözüküyordu.
Rauf YÜCEL
29 Mart 1964 / Hamburg