“İnsanoğlunun gayesi hayatta mutlu olmaktır ve insanoğlunun karakteristik işi akla uygun hayat sürmesidir” der Farabi. Mustafa Çiftçi de böyle bir kişi ve yazardır. Ancak, düşüncemi biraz daha açarak izah etmek durumundayım.
Fizik olmadan metafiziği anlamaya çalışmak, edebiyat, matematik, tarih ve coğrafya bilmeden geçmiş ve geleceği aramaya benzer. İnsan bilmek için kesinliği yakalamak için çırpınır durur.
Oysa kesinlik geçmiştedir. Gelecekte değil.
Mustafa Çiftçi hikayelerinde kesin şeyler anlatıyor. Birçok kimsenin aramak için çıktığı yolculukta ardında koyduğu topraklara dair yazıyor. Öyle ki ruhumda birikmiş fikir tohumlarını ekecek tarla aramaya koyulduğumda; Mustafa bey kardeşim aramayı yakınında başlatmış. Hem de aradığını üzerine bastığı, ait olduğu, ondan olduğu topraklarda bulmuş.
Tabiatla hiçbir alakası olmayan bir medeniyet yaptık ve içinde tabiatımıza uygun yaşamaya çalışıyoruz. Ne tuhaf değil mi?
Mustafa Çiftçi ruh tabiatımıza uygun gözlemleri ile tabii bir bağ kuruyor. Sanmayın ki bu sadece Yozgat’la sınırlı.
Dostoyevski’yi okuyup kendi duygularımıza karşılık bulmuyor muyuz? Rusya’da yaşanmışlığımız olduğundan değil, ruhumuza tabiatımıza münasip meselelerden bahsettiği için seviyoruz Dostoyevski’yi. İşte Mustafa Çiftçi de basitçe insanı anlatıyor.
Onun için, mutluluk hayata bakış stratejisidir. İnsan saadeti arar durur. Mustafa saadeti hemen yanı başında bulmuş. Biz ise tabiatımıza ters metropollerde mutluluk arıyoruz. Oysa mutluluk bugün taşıdığı anlamı hazza kaptırmış zavallı bir kavramdır. Haz ise geçici ve sürekli tüketen azman bir nefis tetikçisi.
İnsanoğlunun hayattaki stratejik konumu mutluluk, demiştim en başta. Bu göz yaşı, üzüntü, yeis, çaresizlik, darlık, müşkül duruma düşmek demek değildir. Demiyorum ki her gün gülen hatta sürekli sırıtan bir insan olalım. Ama şükreden, kanaat eden, nezaket sahibi, aramaya devam eden ve görmeyi yakından başlatan, sağlam bir bakış açısına inanca ve sadakate ve sevgiye sahip olmak mutlu olmak için neden yeterli olmasın?
Mustafa Çiftçi de böyle bir insan ve yazar gönlümde. O, leylasına aşık bir mecnun.
Yalın ve gerçekçi bir anlatımın altında temiz ve anlamaya yönelik bir bakış açısı var. İnce bir zekâsı, birlikte mutlu olmayı amaçlayan kocaman bir kucağı var. Tam bir sakin güç. İstikrarlı bir duruşu, en yavaş haliyle verdiği bir savaşı var.
Basit şeyler en olağan üstü şeylerdir. Bunu ancak temiz bakanlar görebilir. Mustafa Çiftçi bunu başarıyor işte. Basit ama çiçek gibi anlatıyor.
Kimi şeyler vardır ki, tüm zamanların kıymetlisidir. Ona hayat, sevda, aşk, diyebilirsiniz.
Kimi şeyler vardır ki, varlığında yeterince bilinmezse yokluğunda mutlaka hatırlatır kendini ona memleket, ana, baba dost denir.
Ağacın gölgesinin gövdesinden daha değerli olduğu bir zamanı yaşıyorken bir yazar bir eser incelemesi yazmak şimdiye kadar olduğundan daha anlamlı oldu benim için.
Yedi hikâyeden oluşan Bozkırda Altmışaltı isimli kitabında Mustafa Çiftçi;
Çıkmaz sokağa girmiş, karşılıksız aşka toslamış en çok kendine mahcup delikanlının sevdasını,
Yoksullukta baş birinci olmuş, kocaman bir hayatı kendi içinde küçültüp bir esans şişesinin içine sığdıranların geçmişine âşık olmuş siyah beyaz sevdasını arayanları anlatmaktadır.
Mustafa Çiftçi’yi yılın yazarı, en çok izlenen dizinin hikâyecisi yapan kendisinin derin iç görüsünden gelmektedir. Yani içindekini ruhsal evrenini görebilmesi; iç görü, gözlem, bilgi, analiz ve tecrübedir.
O, hayatı bilmekte değil, anlamakta arayan tanıdığım en mutlu insan, en mutlu yazar, en mutlu baba.
Sağlıklı ve uzun bir ömür diliyorum.
Aydın BARAN
SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ