Okullar açıldı ve yine göç başladı.
Bir önceki yıldan muhtemelen daha çok sayıdaki gencimiz, her yıl olduğu gibi, kuşlar misali göç yolculuğuna başladı.
Henüz hiçbir şeyin farkında değiller. Yürekleri pır pır, heyacanla yeni bir yaşama yelken açıyorlar. Doğup büyüdükleri toprakları, sevdiklerini bırakıp, hiç bilmedikleri yerlerde yeni bir yaşam kurmaya çalışacaklar. Bu yeni yaşamda onları neler bekliyor? Bu çıktıkları yolculuk onları nereye götürecek?
Çalıştılar ve başardılar. Ancak, bu başarının ödülü, onlar için; göç, hasret, gurbet. Çünkü onlar, geri kalmışlığa mahkum edilmiş bir yörenin evlatları.
Anaların gözleri yaşlı, içleri buruk…
Hazırladılar bavullarını, yavrularının… Yuvadan uçan kuş misali, yolcu ettiler yavrularını, çaresiz…
Kafaları karışık. Bu koca şehirlerde çocukları ne yapacak, ne yiyecek, ne içecek, kendilerini koruyabilecekler mi?
Yapacak bir şey yok. Bol bol dua edecekler çocukları için. O dualar da olmasa, bu bilmedikleri koca şehirlerde, kim koruyacak bu çocukları?
Karga ile tavşan arasında geçen diyaloğa dayalı bir hikaye vardır:
Karga bütün gün hiçbir şey yapmadan ağacın en yüksek dalında duruyordu. Onu gören küçük bir tavşan sordu: “Ben de senin gibi bütün gün hiçbir şey yapmadan oturabilir miyim?”
“Elbette,” dedi karga, “neden olmasın?”
Tavşan da onun bu yanıtı üzerine olduğu yere çöktü, hiçbir şey yapmadan oturmaya başladı.
Bir süre sonra çalılıkların arasından bir tilki fırlayıp tavşanın üstüne atladı ve onu oracıkta yiyiverdi.
Aşağıda olup bitenleri yukarıdan üzüntüyle izleyen karga kendi kendine söylendi:
“Hem aşağıda olup hem de hiçbir şey yapmadan oturabilmenin bedeli çok yüksektir tavşan kardeş..Sen işin bu yanını hiç düşünmedin..
Karga yüksektedir. Yukarıda hiçbir şey yapmadan oturabilir. Fakat, aşağıda olanlar, ayakta kalabilmek için sürekli çalışmak, çabalamak zorundadırlar. Aşağıda olanların oturmaya hakları yoktur.
Evet, biz geri kalmış toplumların fertleri; çok zor şartlarda, büyük sıkıntılara göğüs gererek, hayata tutunma mücadelesi veriyoruz.
Bizler hep daha çok çalışmak, daha çok üzülmek ve daha çok hasret çekmek zorundayız.
Mücadeleyi bıraktığında yok olma korkusuyla yaşamak zorundadır, geri kalmış toplum insanı.
“Doğduğun yer değil, doyduğun yer” diye bir söz vardır. Ben bu sözü hiç bir zaman benimsemedim. Olması gereken, insanın doğduğu yerde doyabilmesidir.
Ancak, yanlışlıklar, beceriksizlikler, adaletsizlikler ve sistemsel bozukluklar insanların doğduğu yerde doyamamasına yol açmıştır.
Doğduğu yerde doyamamanın ortaya çıkardığı acı olgu gurbettir.
Bir yiğit gurbete çıksa
Gör başına neler gelir.
Merdin sılayı andıkça
Yaş gözüne dolar gelir.(Karacaoğlan.)
Gittim Gurbet ile geri dönülmez
Kim ölüp kim kaldı bilinmez
Ölsem gurbet ilde gözüm yorulmaz
Anam, atam bir ağlarım yok benim.(Karacaoğlan)
İnsanın, doyabilmek için doğduğu topraklardan, anasından, babasından, eşinden, dostundan, anılarından uzakta yaşamak zorunda kalması ne acıdır.
Gurbete hiçbir zaman alışılmaz.
Gurbete mahkûm olan insan mutsuzdur. Ne kadar başarılı olursa olsun; yaralıdır, kalbi kırıktır. Ne olursa olsun, kaç yaşına gelirse gelsin aklı hep hasret bırakıldığı topraklardadır.
Bayram vesilesiyle ya da izinlerini kullanmak için sayılı bir gün için memleketine kavuşanların dönüş anlarına bir bakın. Hiç birinin ağzını bıçak açmaz, bir hüzün hâkimdir ortama, gözler yaşlı, kalpler kırıktır.
Gidip gelmemek, gelip bulmamak var!
En çok anneler gelir akla.
Her gün elim tokmakta,
Bir an irkiliyorum;
Annem belki yatakta,
Annem belki toprakta. (Necip Fazıl Kısakürek)
Yozgat doğulan ancak doyulamayan yerdir.
Herkes bu acıyı tadar Yozgat’ta. Kimi giden kimi kalan olarak.
Yozgat bu acıların en derinden yaşandığı yerdir.
GURBET Yozgat’ın kaderi yapılmıştır.
Sanırım gurbete mahkum bırakılan bizlerin, Refik Durbaş’ın ünlü şiirinde sorduğu soruyu sormamız gerekiyor?
Gurbet ne yana düşer usta
Sıla ne yana
Hasret hep bana
Bana mı düşer usta?
Hatip SORGUN
SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ