Barış, her ne kadar siyasal bir kavram gibi gözükse de aslında bireysel yüzleşmeye dayanır. Barış/mak; kabullenmek, eksikliğiyle birlikte idealleri mantıki temellere dönüştürerek yüzleşmektir.
Bireysel olarak düşündüğümüzde, kullanılan ifade “kendisiyle barışık olmak” tır. Örneğin çok kilolu bir insanı ele alalım; kilosuyla bir süre mücadele etmiştir. Gerçeği ilk zamanlar kabullenmekte zorlanmıştır. Bu farklılığıyla ruhsal dengesinde de bazı değişimler oluşmuş, kendini değersiz hissetmeye başlamıştır. Başkasının onayı ve kontrolünde olmak istemiştir. Kendi doğruları oluşmamış, olan doğruları ise bir süre sonra şüphe yağmurunda erimeye başlamıştır. Doğrularının azalmasıyla birlikte yetersizlik duygusunu cesaretsizlik izlemiş ve sonunda, korkak, doğruları olmayan, kendine güveni yok olmuş, kendi gerçekliğinden uzak, her rüzgârın tesirinde kalan, oradan oraya savrulup duran ve kendisi olamayan mutsuz bir bireye dönüşmüştür.
Oluşan bu olumsuz tablodan rahatsız olan birey süreci değiştirmek ister. Bunu başaranlar ise kabullenenlerdir. Birey, değiştiremeyeceği gerçekliği ile yüzleşmeye başlar. Yaşamını bu çizgi üzerinde bina eder. Çünkü kendisiyle barış imzalamaya başlamıştır. Sınırlarını ve ideallerini gözden geçirmiştir.
Sorgulamaları gerçeklikten uzaklaşan, ideallerde boğulan bazı insanlarda ise psikolojik rahatsızlıklar ortaya çıkar. Kişiyi dışarıdan gözlemleyenlerin anormal bir durumun olmadığını ifade etmesi dahi onları ikna etmez. Dismorfobik* dediğimiz rahatsızlıkla uğraşarak gerçek dünyadan uzaklaşmaya başlarlar.
Barış kavramını siyasal alanda değerlendirdiğimizde yaşadığımız bu günler en güzel örnektir. Türkiye kendi gerçekliği ile yüzleşip barış süreci başlattı. Büyük riskler alınarak bir yola girildi. Yıllardır yüzleşilemeyen bir konuda ülke olarak, kendine güveni gelmiş bir birey gibi kabul edişler ve yüzleşmeler başladı.
Bireysel barışta olduğu gibi toplumsal barışta da bazı ideallerden uzaklaşmak gereklidir. Mantıki gerçeklikten uzak olan idealler bireyi nasıl hastalandırıyorsa toplumun da dağılmasına neden olur.
Ama bu sürecin devam etmesini istemeyenler, korku senaryolarını canlı tutarak ve bazı gerçekleri yok sayarak süreci engellemeye çalışmaktadırlar. Kolu yaralanan ve kan kaybeden insanın, durumu görmezden gelerek müdahaleden korkmasına benzer. Tedavi edilmezse ölüme kadar gidecek bir süreci” ölürüm” diye müdahale ettirmemeye benzer.
Böyle değil midir yaşadıklarımız. Nerdeyse bir asırdır kolumuz kan kaybediyor. Ülke olarak ciddi bir enerjiye sahip iken gelişemiyoruz. Var olan bu enerjiyi birileri yıllarca farklı bir şekilde kullanmaya çalıştı.
Ülke olarak kendimizle barışınca cesaret ve güvenimiz arttı. Yaralı kola müdahale etmeye başladık. Zor bir işe kalkıştık. Ama Allah’ın izniyle bunu da aşacağız. Bütün engellemelere rağmen enerjimizi doğru bir şekilde kullanacağız. Dünyada gerçek yerimizi bulacağız elbette.
Bu alandaki çalışmalar siyasi partilerin ve bürokrasinin başarısı olacaktır. Bu süreci engelleyenlere karşı mücadeleyi yetkili kişiler göstereceklerdir. Ama toplum olarak kendi aramızda bir problemimiz olduğunu düşünmüyorum. Aynı binada oturanların, aynı mahallede yaşayanların, aynı ortamı paylaşanların birbiriyle sorunu yok. Bilakis, çok fazla ortak değerlere sahip olduğumuz içinde mutluyuz ve barışığız. Sorun, bu toplumdan nemalanan sistemler. O sistemler engellendiği zaman gerisi çok kolay olacak.
Yıllarca başörtülü kadınların vereceği zararlardan bahsederek bir algı oluşturdular. Başörtüsü serbest olunca hiçbir problemin olmadığı görüldüğü gibi, barış sürecinde de bir sorunla karşılaşılmayacaktır.
Esas bizim ihtiyacımız olan şey; bireysel barış, kendimizle yapacağımız yüzleşmedir. Kendisiyle barışık olmayan birey çevresiyle de barışık olamaz. O yüzden toplumsal barışa giden yol, bireyin kendisiyle yapacağı barış ve yüzleşmeden geçer. Kendi gerçekliğini kabul eden birey, komşusunun farklı din, dil ve ırkta olmasını da kabul edecektir.
Kendi algı merkezimizi doğru yönettiğimizde toplumsal algı yönetimlerinin farkına varırız. O yüzden toplumsal barış bireyin kendisiyle yapacağı barıştan geçer.
* Dismorfobi: ilk kez İtalyan psikiyatr Enrico Morselli tarafından, 1886 yılında tanımlanmıştır. Güncel adı dismorfik bozukluğudur. Bu kişiler fiziksel kusur gibi algıladıkları bir şeyi düzeltmek için bedensel modifikasyon isterler. Bu insanlar estetik cerrahiye bağımlı kişilerdir.
Recep DAĞDEMİR
SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ