Eleştiri ve öz eleştiri gündelik hayatımızda sıkça kullandığımız/tükettiğimiz halde çoğunlukla doğru anlamadığımız ve uygulamada her geçen gün sorun yaşadığımız iki kavramdır.
Eleştiri kavramından başlarsak; eleştiriyi başkasına yöneldiği zaman doğal ve normal, kendimize yöneldiği zaman ise saldırı ve tehdit olarak algılıyoruz. Bu aslında insanoğlunun tutarsızlığına güzel bir örnektir. İnsan, tabiatı itibariyle hem fiziksel hem de psikolojik anlamda kendisine güvenli alanlar oluşturmak ister. Bu açıdan baktığımızda eleştiriye ya da öz eleştiriye kapalı olması bir savunma mekanizması olarak bu güvenli alanı korumaya hizmet eder. Kendimizi eleştiriye açık hale getirdiğimizde birçok eksikliğimizi, yetersizliğimizi, hatamızı ya da yanlışımızı fark etme ve bunlarla yüzleşme durumuyla karşı karşıya kalacağımız için, eleştiriye öncelikle tepkiyle ve savunmayla karşılık veririz. Bu, mevcut güvenli (ya da güvenli olduğunu düşündüğümüz) durumu korumaya dönük bir reflekstir.
Eleştiriye açık olabilmek çok kolay elde edilebilecek bir vasıf ya da meziyet değildir. Bu ancak zihinsel olgunlaşmayla ve komplekslerden arınmayla mümkün olabilecek bir aşamadır. Bunu başarabilmiş insanlar için eleştiri bir dış tehdit ya da saldırıdan ziyade çok kıymetli bir geri bildirim aracıdır. Kişi bu sayede eksik yönlerini ya da yapmış olduğu hataları fark eder ve böylece bunları geliştirme ve düzeltme imkânı elde eder. Bu yönüyle eleştiri, insanı geliştiren ve dönüştüren bir işleve sahiptir.
Yukarıda eleştirinin kendimize dönük boyutu üzerinde durduk. Bir de dış dünyayı, olguları ve insanı anlama ve anlamlandırma aracı olarak eleştiriden ya da eleştirel bakıştan bahsetmek gerekir. Eleştirel bakış, içinde sorgulamayı barındıran bir yaklaşımdır. Bize sunulanı peşinen, olduğu gibi kabul etmemek ve sorgulayarak anlamaya çalışmaktır. Bu da ancak özgür bir eğitim sürecinden geçerek mümkün olabilir. Burada eğitimi yalnızca okulda verilenle sınırlı değil, daha geniş manasıyla, ailenin ve çevrenin de dâhil olduğu bir süreç olarak görmek gerekiyor. Eğitim ya da yetişme sürecinde sorgulama pratiği kazanmamış zihinlerin, bu anlayışı içselleştirmeleri çok kolay olmayacaktır. Bizde sorgulayan ve eleştiren yaklaşımlara genellikle kuşkuyla bakılır ve altında başka şey aranır. Oysa, doğru bilgiyi, hakikati elde etmek sorgulama yapılmadan mümkün olmaz. Sorgulayan bir zihin, bilimin de ön koşuludur. Bilimsel anlayış, bir meseleye öncelikle sorarak/sorgulayarak yaklaşır.
Öz eleştiriye gelirsek; herhangi bir dış etkene bağlı kalmaksızın kişinin kendisini, eylemlerini veya davranışlarını sorgulayabilme ve bunlarla yüzleşebilme kabiliyetidir ki, bu daha yüksek bir zihinsel olgunluk gerektirir. Bu yönüyle öz eleştiri, kişisel tekâmülün olmazsa olmazlarındandır. Kişinin ruhsal gelişimine önemli katkı sunan öz eleştiri kavramı, din ve tasavvufta da önemli yer tutar. Nefis Muhasebesi buna en güzel örnektir.
Öz eleştiri yapabilen insanlar, genellikle başkalarının eleştirilerine karşı da daha tahammüllü ve hoşgörülü bir yapıya sahiptirler. Buradan hareketle, öz eleştiri yetisi geliştirememiş kişilerin dıştan gelen eleştirilere de aynı derece kapalı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu tip insanların toplum ve insanlık yararına katkı sunmaları beklenemez. Sosyal hayatta daha uyumsuz ve kavgacıdırlar. İlişkilerinde daha benmerkezci ve çıkarcı olurlar. Hatayı sürekli olarak başkalarında ararlar ve kendilerine asla toz kondurmazlar. Yansıtmacı bir kişilik yapıları vardır ve kendi eksikliklerini görmeyip bu eksiklikleri başkalarında ararlar.
Çevremizde bu tip insanların sayısının her geçen gün artmakta olduğunu görebiliyoruz. Yalnızca bireysel çıkarlar ve egoizm değil sosyal aidiyetler de sağlıklı bir eleştiri/öz eleştiri kültürü geliştirmemize mani olmakta. Bireyin, aidiyet duyduğu grubun (bu parti olabilir, cemaat olabilir veya herhangi bir oluşum olabilir) değerlerini sorgulamaksızın mutlak doğru kabul edip, onun dışındaki her şeyi toptancı bir anlayışla reddetmesi gibi son derece sağlıksız yaklaşımlar, hastalık derecesinde yaygınlaşmaya başladı. Bu anlayışın kişiye belli düzeyde bir konfor sağladığı yadsınamaz. Sorgulamak daha nitelikli bir zihin eforu gerektirirken, toptan kabul ya da toptan ret için böyle bir çabaya ihtiyaç yoktur. Hal böyle olunca, kişinin doğasındaki tembelliğin etkisiyle kolay ve rahat olanı seçmesi, beklenmeyen bir durum değildir.
Bu insan tipi için sosyal aidiyetinin bir parçası olarak peşinden gittiği ya da bağlılık duyduğu lider/önder de neredeyse kutsal bir statüdedir. Liderini sorgulamak aklının ucundan geçmeyeceği gibi, hata yapabileceğine de ihtimal vermez. O, onlar adına her şeyin en doğrusunu düşünür ve yapar. Yaptığı her işin, bazen yanlış gibi görünse de bir hikmeti vardır. Bu tipler kendi şahıslarına yapılacak eleştiriyi bile belli oranda tolere edebilirken, liderinin eleştirilmesine en ufak tahammül gösteremezler. Bu tarz bir eleştiriyle karşılaştıklarında, tepkileri genellikle ölçüsüz, sert, saldırgan ve düşmancadır. Çünkü, onlara göre eleştiriyi yapan kişi ya art niyetlidir ya da şer güçlere hizmet eden bir haindir(!)
Bu anlayışın egemen olduğu, kimsenin bir diğerinin eleştirisine tahammülünün olmadığı, herkesin birbirinden kuşku duyduğu, yeri geldiğinde ötekileştirdiği veya şeytanlaştırdığı bir toplumsal yapıda barış ve hoşgörüden bahsedilemez. Buna benzer toplumsal sorunların çözümünde izlenecek temel prensip; “iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batırmak” olmalıdır. Bu başarılabilirse karşılıklı empati/duygudaşlık becerimiz gelişecek ve birbirimizi anlamamız ve kabullenmemiz kolaylaşacaktır.
Abdullah ALPAYDIN
SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ