Sorgun Düşünce Kulübünün kitap incelemeleri yapmak üzere görev dağılımı yaparken ‘acaba okuyup hakkında yazacağımız eser kalın mı ince mi, akıcı mı, sıkıcı mı, duyguları aktarabilmiş mi, paylaştığı bilgiler ve yorumlar betimlemeler yerinde ve doğru mu?’ gibi onlarca soru sorarım. Okunup incelenecek esere ve eser sahiplerine karşı böyle düşünüyor olmam nazik ve hoş karşılanmaz belki ama, ben bunu kısa sürede ve sessizce içimden yaparım. Bu kısım bende saklı kalsın kulüpte görev taksimatı yapıldığında yeni bir seviye başlar ki çalışkan öğrenci modunda tahsisattan payımıza düşeni alıp vaktinde eriştirmektir görevimiz. Oysa tembel bir öğrencilik hayatım olmasına rağmen…
Bu kez de öyle oldu. Paylaşım yapıldığında şu yukarıdaki duyguları hızlıca içimden geçirdim. Üstelik ne yazara ne de kulüp üyesi arkadaşlara bunu belli etmedim. Bir de kitap dijitaldi. İşimi kolaylaştırdı ama yine de kitabın kokusu dokusu olsaydı içeriğini daha bir hisli okurdum diye düşündüm.
Yazarı tanımıyor olmam, hakkında hiçbir ön bilgimin de olmaması aslında ikimiz içinde en net ve en anlaşılır bir iletişim için büyük imkan sağlayacaktı. Ne yazar benim onun kitabını okuduğumu biliyor, ne de ben yazarın hikâyesini…
Neyi ne kadar vermişse o kadarını alacak, verilen kadar alıp, anladığım kadar paylaşacaktım. Bu çok basit, duru ve koşulsuz bir iletişimdi benim için. Zira müspet ya da menfi bir ön yargı olmaması yazılan her şeyi doğru anlamak adına yeter sebepti.
Bir şiir kitabı hakkında yazı yazmak; duyguların damıtılarak yaşamın taşlarına vura vura berraklaşmış hislerin suyundan içmek gibidir. Lakin zamanlar içerisinden akıp gelen duyguyu içmek isteyen birisinin halini ikrar ile işe başlamasında tek masumiyet yazarın derin hoşgörüsüdür. Yazar Arif Baş’ın “DİKENLİ GÜL BAHÇESİ” adını verdiği eser hakkında bir çift söz söyleme cesaretini ‘dikene razıyım gülü muhafaza ediyorsa’ ön ruhsatındandır.
Çok zamandır şiir kitabı okumuyordum. Uzun ve birçok evreden oluşmuş, kökünde eğitimci, ortasında siyasetçi, ömrünün en demli zamanlarında yazar ve elleriyle kurduğu kişisel müzesi olan bir çınarın kaleme aldığı şiir kitabını okuma fırsatım oldu. “Okudum” demek iddialı ama en azından yüzünden okudum. Tamamını anladım demek ayrıca iddialı olur.
Öyle ki kişisel müzesinde biriktirdiği dönemini tamamlamış eski el aletlerini şimdiki gençler gördüğünde hayretle inceler, ne işe yaradığını, ne meşakkatli işlerin aletleri olduğunu, nasıl yapıldıklarını hatta gerçekten bununla mı ekin biçip, çift sürmüşler, bundan su mu içmişler, ama bu çok ağır, nasıl kaldırmışlar gibi onlarca soru sorup ilgileri oradan ayrılınca biter. Tarih, emek, duygu, sevgi, aşk ve geleceğe umut taşıyan eskimiş aletlere….
Şiirler de bu dilden ve bu talihten konuştu benimle sanki? Okusa da ne anlayacaktı, ne kadarını anlayacaktı ki Aydın?
“Barıştılar” diye haykırarak, ezeli uyuşmazlıktan kardeşlik çıkartan, özlem ve şaşkınlığı bir arada gördüğü, “İstanbul”’u, hisli bir dedenin oğul balı torununu, unutulmak istemeyenlerin unutmaması gerektiğini anlatırcasına “Aşık İbrahim’e müracatını” not etmiş dikenlerin arasına gül saklarcasına…
“Gel sevgi gel gir koynuma, dol gönlüme, yalandan yerleşme dilime” diye hislerine yer açan, vatan millet kurtuluş ve varoluşa selam verip çakır keyif olup içleneceği kadehe kadar dercetmiş, her biri ayrı ayrı hikâyesi olan, her biri eski zamanın öykülerinden oluşan içli şiirlerinde…
Hep iç geçirip kahır dillendirmek olmaz. Arada su serpmek gerek gönül tarlasına, dikleşip davasındaki haklılığına ve sevdasındaki derinliğine yol vermiş.
Turnalarla halleşen, kardeşine sitem eden, anasını özleyen, yalnızlığından usanan, dalgınlığını pazara çıkartan bir şairin müşterisi kim olurdu ki?
Kim olmaz ki sarrafsa şayet?
Hiçbir duyguyu salıp yılkıya bırakmayan, elden ve dilden hâsıl olan ne varsa biriktirene aşk olsun. Yarın için bu günden ateş yakmış. Gönlün tarihini şiire yaslamış, dünde yaşamış umutları da anadut, dirgen, üzengiyle duvara asmış…..
Aydın BARAN
SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ