İstanbul’da yaşayan bizler için kitap okumak için iki seçenek bulunmaktadır. Birisi okumak için özel bir zaman ayırmak, diğeri ise sıkışan trafiği fırsat bilip toplu taşıma araçlarını okuma salonuna çevirmek.
İstanbul’da birinci seçeneği gerçekleştirmek her zaman mümkün olmuyor. Zaten ben de ikinci yolu seçtim.
İşe giderken oluşan trafik okumak için iyi bir fırsattı ve Sorgun’dan Çıktım Yola isimli esere başlamam da, adı geçen eseri bitirmem de trafikte geçen zaman sayesinde gerçekleşti.
Kitap sayfaca biraz kalındı… Küçüklükten bu yana – belki eğitimle alakalı, belki kişisel – kalın kitapları okumak biraz daha gözümü korkutur ilk bakışta benim.
Evet, günlerden bir Pazartesi günü… Bostancı’ya gidiyorum ve otobüsteyim. Eskilerden bir müzik (Neşet Ertaş) açtım telefonda… Taktım kulaklığı, aldım kitabı elime ve başladım okumaya…
Evet, kitabın ilk beş altı sayfasını okuduğumda “korkacak bir şey yok Fatih bu kitap okunur” dedim ve çok geçmeden ilk meyvesini almıştım kitabın… Otobüs Kayışdağı’na gidiyordu ve benim Bostancı köprüsü üzerinde inmem gerekiyordu. Kitaba ve müziğe öyle dalmışım ki bu ikisi almış beni götürmüş bizim ellere, Sorgun’a…
Elimde Sorgun’dan Çıktım Yola, otobüs Kayışdağı’na gidiyor, ben Bostancı’ da ineceğim ama gel gör ki, Sorgun’a gitmişim tüm zihnimle… Şakir Efendi’nin okuldan ayrılışını okuyordum. “Şakir Efendi’nin hocası Şakir Efendi kurstan ayrılırken bir talebesine Şakir Efendi’yi takip ettiriyor, arkasına bakıp bakmadığını öğrenmek istiyordu. Talebe bakmadığını söyleyince hocası; “niye baksın ki ne var ne yok tüm ilmi topladı gitti” diyordu kısmındaydım ve ben burada güldüm. Etrafıma bakma gereği duydum gülmeme bakan var mı toparlanayım diye. Fark ettim ki, inmem gereken Bostancı köprüsünü üç dört durak geçmişim.
Toparlandım ve ilk durakta indikten sonra nihayet iş yerime ulaştım. Başladıktan sonra biter dedim. Ve öyle de olacaktı.
Zaman zaman güldüren, zaman zaman nefesimi boğazına düğümleyen, zaman zaman gözlerimi dolduran ve beni düşündüren bu kitabı okumak büyük bir keyif verdi bana. Hatta sona doğru “kitap biraz daha olmalıydı, çabuk bitti” bile dedim.
Evet, kitabın yazarı Sn. Rauf Yücel’di. Kitabın başlangıcından sonuna insan sadece Rauf Hoca’nın hayat hikâyesini dinliyor gibi geliyor. Zaten kitap da Rauf Hoca’nın anıları üzerine kurulu. Ancak, yaşımız küçük olmasına rağmen o kadar çok şeyi anımsattı ki bu kitap bana. Resmen onların yaşadığı hayat Sorgun’un günümüze yansıyan kültürüydü. Kendimize ait birçok şeyi ve babalarımızdan dinlediğimiz yaşanmış olayları bu kitapta buluyordum.
Hocamızın anasının sesli dua edişi, duanın sonunda bedduaya geçişi, yağmur duasında kalın elbiseler giyen hocanın yağan yağmuru hissetmeyişi, Şakir efendinin gidişi bunlar hep bizim oraların, bizim insanımıza has özellikleriydi.
Evlerin geçimi, yaşanan zorluklar, çok sayıda çocuk-bebek ölümü, savaşlar vb. birçok şeyi birinci ağızdan dinliyordum. Kim demiş Yozgatlı savaştan kaçmaz diye? Aha da savaştan kaçan birkaç kişiyi görüyordum kitapta ve buna üzülmek yerine yazarın tarafsızlığına seviniyordum.
Seviniyordum çünkü yazarın bu tür gerçekleri gizlememesi bende diğer olayların gerçekliklerine olan inancı daha da artırıyor ve kitaba biraz daha sıkı sarılıyordum.
Yazarın akrabası Halit emmisinin kendilerine olan kinini yaşamayan Sorgun’da kaç aile vardı ki? Herkesin bir akrabası Halit emmi gibi değil miydi?
Günün o şartlarında en az iki üç çocuğunu su boğulması ve yüksek ateşten kaybeden acılı bir sürü ana baba, ya da ebe dede yok mudur hala anlatan? Bir sürü var elbette… Yazarın ablasının kaderine mahkûm yüksek ateşten ölümü hangi vicdanı sızlatmaz ki? Hangi vicdan sahibini derinden etkilemez ki? Elbette benimkini de sızlattı, beni de etkiledi. Fakat kadere terk ediliş derken kesinlikle imkânların sınırlı olmasını ve insanların bilinç düzeyini kastediyorum…
Kimler hindi, civciv ve kuzu gütmedi ki? Kimler tarlada tahıl yolmadı ki? Kimler yakan top (modik), yumuçma (bizim jenerasyonda yumuşma) oynamadı ki? Bizim de hayatımızdan modernizmle çekip gitmedi mi bunlar? Sokak oyunlarımız, akranlıklarımız şimdilerde bilgisayar ekranına sıkışmadı mı?
Okulda çekilen sıkıntılar, öğretmenler, ailenin okula bakışı bunları hangimiz yaşamadık ki? Evet, yazarın anlattığı her şeyde kendimizden izler mevcut. Tabi onların çektiği çileyle bizimkileri kıyaslamak -en azından geçmişteki kağnı ve günümüzdeki arabayı düşünsek bile- o nesile çok büyük haksızlık olur. Tabi ki de onların çilesini kastetmiyorum.
Yazarın döneminde yetişen ana-babaların ( ya da anam babamın) bakış açışının bizlere yansıması değişti mi ki? Hepimiz evden büyüyen danacık değil miyiz? Hala okul bizim oralarda işten kaytarma değil midir? En kolay iş olarak görülmez mi? Bu Ege’de ve Batı bölgelerinde böyle değil aslında. Bence bu anlayışın temel nedeni ise tarım ve hayvancılıktan zor şartlarda geçimi sağlayan Anadolu insanının okumayı hep kolay görmesinden kaynaklanır. Düşünsenize, yazar okurken (İlkokul-ortaokul yıllarında) anne, baba diğer kardeşlerin hepsinin geçim derdiyle imanı gevriyor. O insanlar için tarlada düven sürmek mi, okumak mı daha zor? Tabi ki de düven sürmek zor. Ve hala da bizim oralarda geçerli olan algı okumak kolay, diğer bütün işler zor. Zira okuyan insan için “sırtında taş çekmiyor” derler. Ben bu anlayışın 1920’lerden günümüze kalan bir miras olduğunu düşünüyorum.
Yazarın anılarında anlattığı üzere, Cumhuriyet’ten günümüze Türkiye’nin kaderinden farklı bir kader yaşandığını görmüyoruz Sorgun’da. Savaş, kıtlık yılları, olmayan sermaye, geçim ekonomisi, savaşta yitirilen erkek nüfus, çocuk ölümleri vb… Türkiye genelindeki sorunlar ne ise Sorgun özelinde ki sorunlarda onlardı aslında.
Kitapta küçükken kendime sorduğum ya da öğrenmek istediğim birçok şeyin cevabını buldum. Ayrıca, kitapta yazarın hayatı üzerinden geleneksellikten modernizme geçişi çok rahat gözlemleyebiliyorum. Hindi palazlarını gütmekten, okullarda çekilen çilelerden seyahat gemisinde kaleme alınan esere giden bir yolculuk. Sorgun’un değişimini de kendi hayatı üzerinden çokta güzel özetlemiş yazar. Ya da okumanın, çekilen çilelerin meyvesi diyelim.
Ama hocam artık modernizm birçok şeyi aldı götürdü bizden. Sizin yaşam çileliydi ama üretken bir toplum vardı. Artık köylümüz marketlerden yumurta, hazır yufka, tavuk ve bulgur alır olmuş. Az üreten bir toplumdan çok tüketen bir topluma dönüştük. Belki de konjonktür bunu gerektiriyor. Belki de küreselleşmenin kaçınılmaz sonucu bu…
Tam bu dönüşümde, yaşam dedikleri şey de sizin ifade ettiğiniz gibi, nerede ne sürpriz yapacağı belli olmayan bir kavram değil mi?
Tıpkı sizin bu eserinizle bize yaptığınız sürpriz gibi… Tıpkı değişimin karşımızda duran abidesi Sorgun gibi… Tıpkı dünya ve yaşam gibi…
Belki de yazılacak birçok şey var kitap üzerine. Hepsine burada değinmek mümkün değil. Umut ediyorum bir gün hocamızla daha geniş bir platformda bir araya gelir ve uzun uzadıya konuşmak ve dinlemek isterim. Karşılaşırsak hocamıza ilk şunu soracağım: “Bu kadar şeyi okul yıllarında ilerde bir kitap yazmak için günlükte kayıt altına mı aldınız?” Zira, her şey bir günlükten alınmışçasına canlı. Ama o yıllarda günlük tutmak fikri biraz uçuk geliyor bana. Gerçi kitabın bir yerinde evlere ilişkin tariflerde şimdilik hatırladıklarım bu kadar denilmiş, birkaç yerde arkadaşlarının ismini verirken hatırlayamadığı isimlerin olduğunu belirtmiş ama kitaptaki bu ayrıntılar ve bugüne kadar bu ayrıntıların korunmasını yazar neye borçludur?
Nihayetinde, teşekkür ederim Sorgun için böyle bir eser kaleme aldığınız için. Teşekkür ederim bu bilgileri herkesle paylaştığınız için. Yazımda kimi yerlerde yazar, kimi yerlerde hocam dedim. Zira Sn. Rauf Yücel hocamızda her ikisi de mevcut.
Ve yazıma son verirken; tüm samimiyetimle söylüyorum, bu kitaba ulaşan herkesin okumasını tavsiye ediyor, eseri okuduğum için kendimi şanslı hissediyor ve kitabın ikinci cildini de merakla beklediğimi ifade ediyorum.
FATİH ŞAHBAZ
SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ