İnsan, tabiatındaki zaaflar ve zayıflıklardan dolayı içinde bulunduğu şartları suiistimal etme potansiyeli taşıyan bir varlıktır. Bu sebeple, insanlığın gelişimi boyunca, insanın zaaflarıyla birlikte sınırsız arzu ve isteklerini dizginlemek ve insanoğlunun birbirine ve dünyaya zarar vermesini engellemek adına birçok kontrol mekanizmasına ihtiyaç duyulmuştur. İnsan topluluklarının bu amaçla geliştirdiği en sistematik yapı devlet formunda kendini göstermiştir. Devlet gibi kurumsal yapıların dışında din, gelenek vb. gibi olgular da insan üzerinde birer manevi kontrol mekanizması oluşturur. Manevi kontrol mekanizmaları bireyin vicdanına hitap ederek onun iç dünyasında bir otokontrol sistemi geliştirmesini de sağlarlar.
Devlet yasalar üzerinden kontrolü sağlarken, manevi faktörler de ahlaki öğretiler üzerinden bir değerler sistemi geliştirerek bu amaca hizmet eder. Ahlaki ilkelerin ihlali doğrudan yasal yaptırımlar gerektirmeyebilir ama sosyal baskı ve daha da önemlisi insan vicdanında suçluluk duygusuna sebep olur.
Kusursuz insan olmadığı gibi, kusursuz toplum da yoktur. Dolayısıyla, toplumların barış ve huzur içinde yaşayabilmeleri için gerek yasaların gerekse ahlaki prensiplerin sıkı sıkıya uygulanmasında fayda vardır. İnsanlık tarihi bize göstermiştir ki, bunların gevşetildiği durumlarda toplumlar hızla bozulmaya ve çökmeye başlar. Özellikle devlet otoritesinin zayıfladığı durumlarda adaletsizlik ve haksızlık baş gösterir, bunu toplumsal huzursuzluk, kargaşa, çatışma ve anarşi takip eder; neticesinde ahlaki çöküntü ve yozlaşma kaçınılmaz olur.
Şunu vurgulamakta fayda var ki, eğer geçmiş toplulukları incelersek onlarda da bizim bugün yaşamakta olduğumuz türden sorunların yaşandığını ve aynı bizim yaptığımız gibi bu toplulukların da bu sorunlardan şikâyet ettiğini ve hoşnutsuz olduğunu görebiliriz. İnsanoğlunun çağlar boyu benzer sorunlar yaşayıp bunlara çözüm aramak zorunda kalması, olsa olsa onun ders almayan ve çabuk unutan bir varlık olmasıyla izah edilebilir.
***
Bugün birçoğumuz, hele de ticaret yapanlarımız ticaret ahlakının çok bozulduğundan dem vuruyor; dürüst, sözüne güvenilir, emanete hıyanet etmeyen insan bulmanın neredeyse imkânsız olduğuna dair serzenişlerde bulunuyoruz. Şunu ifade etmek gerekir ki, bir yerde ahlaki çürüme varsa bu çürüme insan ve toplum hayatının her boyutunda vardır. Ticaret ahlakı bozuldu da mesela bilim ahlakı çok mu iyi durumda? Bürokrasi ve siyaset kusursuz mu işliyor? Ticaret dışındaki sahalarında her şey çok mu düzgün? Değil, elbette. Dolayısıyla sorunu doğru teşhis edeceksek fotoğrafın tamamını görmek gerekir.
Bugünün toplumlarının dünya görüşünü kapitalist zihniyetin kodları şekillendiriyor. Bu anlayışın en öne çıkan vasıfları ise maddecilik, çıkarcılık ve bireycilik. Böyle bir dünyada eşitsizliğin, haksızlığın ve zulmün ortaya çıkmaması mümkün mü? Serbest piyasa kapitalizminin boyunduruğu altında ticaret ahlakından ne kadar bahsedebiliriz? Devletlerin çıkardığı yasalar bir toplumu tek başına çöküntüden ne kadar koruyabilir?
Batı’da son yıllarda “meslek etiği” olarak tarif edilen geniş manasıyla iş ahlakını geliştirmeye dönük çabalar işte tam da bu ihtiyaçtan doğuyor. Meslek grupları, sadece yasaların denetim ve yaptırım gücüyle yetinmeyerek, gerek suiistimalleri engellemek gerekse ilgili meslek grubunun onurunu ve saygınlığını korumak adına meslek etiği ilkelerini geliştiriyor ve oluşturdukları mesleki yapılanmalarla denetim yaparak bunların uygulanmasını temin ediyor.
Bizim gibi ülkelerde meslek etiği diye tarif ettiğimiz olgu çok gelişmiş değil maalesef. Var olan uygulamalar da Batı’dan uyarlama şeklinde. Hâlbuki medeniyetimiz ve geleneğimiz bu sahada birçok özgün modelle dolu. Çok eskiye gitmeye gerek yok Osmanlı toplumunda bunun çok gelişmiş örneklerini görebiliriz. Selçukludan beri uygulanmakta olan Ahilik sisteminin devamı diyebileceğimiz Lonca denilen meslek birlikleri, geliştirmiş oldukları sistemle başta zanaat ve ticaret erbabı olmak üzere her meslek sahasının kurallarını belirliyor, çıraklıktan ustalığa geçiş şartlarından iş yeri açmaya; ürün standartlarının oluşturulmasından kalitenin korunmasına kadar birçok düzenleme yapıyorlardı. Bunların yanında haksız rekabetin, karaborsacılığın, fırsatçılığın, fahiş fiyat koymanın vb. önüne geçiyor, bunları yapanlara karşı ciddi müeyyideler uyguluyorlardı. Bu sivil kurumlar devletin de işini büyük oranda kolaylaştırıyor, devletin vatandaşın hakkını koruma vazifesini gönüllü olarak yerine getirmiş oluyorlardı.
Peki, ne oldu da yüzlerce yıllık bu birikim heba olup gitti? Osmanlı’nın gerileme ve çöküş dönemlerini incelediğimizde, en büyük etken devlet otoritesinin zayıflaması olarak görünüyor. En temel fonksiyonu adaleti sağlamak ve uygulamak olan devlet mekanizması bu görevini yapmakta yetersiz kaldığından itibaren her alanda ciddi başıbozukluk ve kaos ortaya çıkıyor. Haksızlıklar, yolsuzluklar, suiistimaller, rüşvet ve adam kayırmacılık dış faktörlere gerek bırakmadan koca devleti bir ur gibi içeriden kemirip tüketiyor. Yukarıda bahsettiğimiz lonca vb. kurumlarda bu dönemde fırsatçıların şahsi çıkarlarına hizmet eden birer zulüm mekanizmasına dönüşüyor ve zamanla hem güvenilirliğini hem de etkisini yitiriyor.
Önümüzdeki bu örnekten çıkarılacak elbette çok ders var. Bunların en önemlisi de bir toplumda adalet mekanizması bozulduğu zaman o toplumdaki her şeyin arızalandığı gerçeğidir. Bu durumu “tuzun kokması” metaforuyla ifade edebiliriz. Tuzun kokmuş olduğu bir toplumda her şey bozulmuş demektir. Ahlak da ilk bozulanlardandır.
Abdullah ALPAYDIN
SORGUN DÜŞÜNCE KULÜBÜ